Yirmi Beşinci Söz
Önceki Risale: Yirmi Dördüncü Söz ← Sözler → Yirmi Altıncı Söz: Sonraki Risale

Bu risaleyi okumak için Yirmi Beşinci Söz okuma sayfasına ve Kur'an hattı ile okumak için Yirmi Beşinci Söz (Kur'an Hattı) sayfasına gidin
Yirmi Beşinci Söz Bediüzzaman'ın 1 Mart 1927 tarihinden itibaren zorunlu ikamete tabi tutulduğu Barla'da telif ettiği ilk eserlerdendir ve Sözler kitabının 25. risalesidir. İsra suresinin "De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." mealindeki 88. ayetinin hakikatini teyid eden yüzlerce ayetin en mühim bir hakikati olan i’caz-ı Kur’anîyi (Kur'an'ın mucize oluşunu) tefsir eder. Üç şuâ adlı 3 kısımda Kur'an'ın 40 mucize yönünü Kur'an ayetlerinden örneklerle izah ederek Kur’an'ın Allah kelamı olduğunu her fikirdeki ve tabakadaki insanlara ispat eder. Bediüzzaman Kur'an'ın mucizelerinin 200 kısımdan oluştuğunu, 7 külli kaynaktan tecelli ettiğini ve insanların kırk tabakasının her birine manevi i’cazını gösterdiğini beyan eder ve bu risaleyi Kur'an'ın mucizelerinin bir tercümanı ve Kur'an'ın elmas kılıcı olarak adlandırır.
Bu risalede geçen ayetlerin çoğu dinsizler ya da fen ehli tarafından eleştirilen, fen ehli tarafından itiraz edilen ya da hakkında cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphe atmaya çalıştığı âyetlerdir. Kusur zannedilen tüm noktalarda Kur'an belagatı ilmi yöntemle gösterilmiş ve okuyanlara bulantı vermemek için şüpheler zikredilmeden cevapları verilmiştir. Ayrıca bu risale Arapçanın gramer açısından derinliğinden ve Kur’an kelimelerinin mucizevî olmasından dolayı Kur'an'ın başka bir dile tam olarak tercüme edilemeyeceğini ispat eder.
Bediüzzaman 25. Söz'ü Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olarak adlandırmıştır. Hapishane mektuplarıyla mahkeme müdafaalarını içeren ve 200 sayfadan uzun olan 14. Şua ve tüm lahikaları içeren 27. Mektup sayılmazsa, 25. Söz risalesi, Peygamberimizin mucizelerine dair olan 19. Mektup (yaklaşık 100 sayfa) risalesinden sonra Risale-i Nur'un en uzun risalesidir (latin harfiyle 80 sayfa, Kur'an hattı ile 150 sayfa civarındadır). Aynı zamanda bu risale, 10. Söz ve 19. Mektupla birlikte Risale-i Nur'da kendisine en çok atıfta bulunulan risaleler arasındadır.
25. Söz'ün diğer risalelerden alınan zeylleri (ekleri) ile ilgili tüm bilgiler için ilgili risalelerin kendi madde sayfalarına bakılabilir.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti
- Bediüzzaman 3 şuleden oluşan 25. Söz'ü başta 5 şule olarak yazmaya niyet etmişti. Süratli ama istirahat-i kalp içinde izahlı olarak telif ettiği 1. şulenin sonuna geldiğinde Kur'an hattıyla kitap basılmasını yasaklayan kanun çıkmadan önce basabilmek için telifi hızlandırdı. Hattâ bazı günler 20-30 sayfayı iki üç saat içinde yazıyordu. 2. ve 3. şuleleri daha kısa şekilde aceleyle yazıp 4. ve 5. şuleleri yazmadı ve bu risalenin telifini zeyilleri (ekleri) hariç 3-4 gün içinde toplam 20 veya 24 saatte tamamladı. Yine de aşağıda Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler kısmında açıklanan sebebe binaen matbaada basılamadı.
- Bediüzzaman 1944 yılında Denizli hapsinden tahliye edildikten âlem-i İslâmın uyandığı ve İslam birliğine çalıştığı o dönemde Risale-i Nur gibi eserleri arayacağını ve büyük dairelerin geniş nazarlarına büyük mecmualar lâzım olduğunu beyan etmiştir. Bu amaçla önce çeşitli risaleler bir araya getirilerek oluşturulan Asa-yı Musa kitabının, daha sonra da Peygamberimizin mucizeleri dair olan 19. Mektup, Haşri ispat eden 10. Söz ve Kur'an mucizelerine dair olan 25. Sözü içeren Zülfikar Mu’cizat Risalesinin (Kur'an hattı ile) tevafukları gözetilerek yazılması için talebelerini teşvik etmiş ve teksir makinesiyle bastırmıştır. Bunu Kur’an'ın göze görünen tevafuk mu’cizesi korunarak basılmasına başlangıç olarak telakki etmiş ve talebelerinin şevkle Zülfikarı yazmaya başlamasının rahmete vesile olduğuna dair kanaatini paylaşmıştır. Daha sonra teksir makinesiyle basılan Zülfikar-ı Mu’cizat ve Asâ-yı Musa mecmualarını Ravza-i Mutahhara’nın civarındaki ulemaya göndermiştir. Eskiden müslümanlar bir adet olarak, bir eserin makbuliyetini anlamak için söz konusu eseri Hz. Peygamberin kabrinin üzerine koyup beklermiş. Zaman geçmesine rağmen eser orada durmaya devam ederse bunu o eserin ve müellifinin makbuliyetine emare olarak görürlermiş. Asa-yı Musa risalesi de bu şekilde hacılar tarafından konulmuş, durmaya devam ettiği görülmüş, bu durum Risalelerin ve Bediüzzaman'ın makbuliyetine emare olarak görülmüş ve Zülfikar Mecmuası da hürmeten Hacer-ül Esved'in üzerine konulmuştur.
- Kur'an'ın mucizeli oluşunun en yüksek ciheti insanın taklit etmekten aciz olduğu nazmındaki belâgatından doğmuştur. 25. Söz bunu izah ve ispat eder.
- İnsan kendisini hayalen asrı cahiliyette farz ederse Kur'an'ın getirdiği hidayetin büyüklüğünü daha iyi anlar.
- 25. Söz'de Kur'an hikmetinin felsefe hikmetinden üstün olduğu beyan edilir.
- Kur'an tevhidin bütün mertebelerini muvazesini bozmadan içerir. Bu hiçbir insanın hikmet ve eserinde yoktur.
- Peygamberimizin tüm mucizeleri Kur'an'ın bir mucizesi, Kur'an'ın tüm mucizeleri Peygamberimizin bir mucizesi hükmündedir.
- Çoğu ayet bir küçük sure, çoğu sure bir küçük Kur'an'dır
- Kur'an her derde deva, her hacete gıdadır.
- Aksine 8-9 sebebin varlığına rağmen Kur'an'ın selaset ve selâmeti bozulmamıştır.
- Bediüzzaman 25. Söz'ü yazıp kendisine gönderen talebelerine bu risalelerin kıymetine bir işaret olarak elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına olarak 25 altın belki elmas veya her bir yaprağına mukabil bir lira vereceğini söyler.
- Güya serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki her bir meşrep sahibine birisini verir.
- Nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir.
- İnsanların tabakatına göre bir tek âyet, müteaddid vücuhlarla, her bir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ediyor.
- 25. Söz'de Kur'an'ın gaybtan haber vermesinin 4 türü (geçmişten, gelecekten, ilahi ve kevni hakikatlardan ve ahiret işlerinden haber vermesi) izah edilmiştir.
- Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
- Vahyin derecesi son derece yüksek ve küllîdir; ilhamlar ise ona nisbeten son derece cüz’î ve sönüktür.
- 25. Söz'de âyetlerin sonlarındaki fezlekelerde (özetleyici, hükmü pekiştirici ve manayı bağlayıcı ifadelerde) ne kadar yüksek bir belâgat olduğu misallerle uzun uzun izah edilmiştir.
- Bediüzzaman İşarat-ül İ'caz'ı okuyan bir kişiye onu tefsir eden ve hakikatlarını aydınlattıran 25., 26. ve 32. Sözler gibi risaleleri de okumasını tavsiye eder.
- 25. Söz, belagatlı bir sözün harflerinin ve heyetlerinin de o sözün manasına kuvvet vererek o sözün belagatına katkı sağladığını beyan eder.
- 25. Söz, Kehf suresinin 1. ayetinin "Hamd olsun Allah'a ki, … kuluna (Muhammed'e), kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab'ı indirdi." mealindeki cümlesinin de bir tefsiridir.
- Devrin Bakanlar Kurulu 25. Söz'ün, 3 ayetin Batı medeniyetinin bazı meselelerine karşı beyanını tefsir etmesinin o zamanki medeniyet kanununa uygun olmadığı gerekçesiyle 25. Söz'ün resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dair bir karar vermişti.
- Bediüzzaman bir talebesinin riyasında emr-i İlahî ile Kur’an’ı Hazret-i Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma vermesini ettikleri iman hizmetinin hizmetiniz rıza-yı İlahiyeye ve rıza-yı Peygamberîye (asm) uygun olduğu ve 25. Söz'ü 19. Mektup vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye (asm) tebliğ etmek manasıyla tabir etmiştir.
İsimleri, Telifi, Neşri ve Basımıyla İlgili Bilgiler
Diğer İsimleri: İ’caz-ı Kur’an’a dair Mu'cizat-ı Kur'aniye (diğer bir ifadeyle Kur'an'a ait mucizeler), İ’caz-ı Kur’an (Risalesi), Mucize-i Kur'aniyye (Risalesi)
Telif Dili: Türkçe
Telifiyle İlgili Bilgiler: 25. Söz'ün de içinde olduğu Sözler 1927-1929 yılları arasında Barla'da telif edilmiştir. 25. Söz Kur'an hattıyla kitap basımını yasaklayan ve 1 Kasım 1928'de kabul edilen kanundan önce telif edilmiştir.[1]
Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler: 10. Lem'ada "İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü yeni huruf çıkmadan tabetmek için ona gönderdik." (gönderdiği talebesi Bekir Bey'dir) ifadesi geçtiğinden 25. Söz, Kur'an hattının yerine Latin hattını getiren, Kur'an hattıyla kitap basımını yasaklayan ve 1 Kasım 1928'de TBMM'de kabul edilen yasadan önce telif edilmiştir. Bediüzzaman, masrafları için borç vererek 10. Söz'ün basılmasında hizmetleri olan Bekir Bey adlı talebesine 25. Söz’ü de yeni harf kanunu çıkmadan basılması için ona gönderir. Bekir Efendi, Bediüzzaman'ın fakr-ı halini düşünüp matbaa fiyatı dört yüz lira kadar olduğunu mülahaza eder, kendi kesesinden vermesine belki Hocası razı olmaz der ve bu risale basılamaz. Bediüzzaman bu durumu Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar olarak ifade eder. Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle yazılan bu risale daha sonra teksir makinesiyle çoğaltılmış, 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.
İçeriği:
- 1. Şule
- 1. Şuâ: Kur'an'ın belagatının mucize derecesinde olduğu
- 1. Suret: İ'cazın varlığı
- 2. Suret: Kur'an'ın belagatının mucizevi oluşunun hikmetleri
- 1. Nokta: Nazmındaki cezaleti
- 2. Nokta: Manasındaki belagatı
- 3. Nokta: Üslubundaki bedaati
- 4. Nokta: Lafzındaki fesahatı
- 5. Nokta: Beyanındaki beraati
- 2. Şuâ: Kur'an'ın camiiyeti
- 1. Lem'a: Lafzındaki camiiyeti
- 2. Lem'a: Manasındaki camiiyeti
- 3. Lem'a: İlmindeki camiiyeti
- 4. Lem'a: Mebahisindeki camiiyeti
- 5. Lem'a: Üslup ve i'cazındaki camiiyeti
- 1. Işık: Çoğu ayet bir küçük sure, çoğu sure bir küçük Kur'an'dır
- 2. Işık: Kur'an her derde deva, her hacete gıdadır
- 3. Işık: Kur'an'ın icazı (veciz olması)
- 4. Işık: Kur'an'ın geniş düsturları hususi bir olayla göstermesi
- 5. Işık: Maksad, mesele, mana, üslup vb. cihetiyle camiiyyeti
- 3. Şuâ: Gaybdan haber vermesi, gençliği, her tabaka insana hitap etmesi
- 1. Cilve: Gaybdan haber vermesi
- 1. Şavk: Geçmişten haber vermesi
- 2. Şavk: Gelecekten haber vermesi
- 3. Şavk: İlahi ve kevni hakikatlardan ve ahiret işlerinden haber vermesi
- 2. Cilve: Gençliği
- 3. Cilve: Her tabaka insana hitap etmesi
- 1. Cilve: Gaybdan haber vermesi
- 1. Şuâ: Kur'an'ın belagatının mucize derecesinde olduğu
- 2. Şule
- 1. Nur: Aksine 8-9 sebebin varlığına rağmen Kur'an'ın selaset ve selâmetinin bozulmaması
- 2. Nur: Ayetlerin sonlarındaki mucizevi yönler
- 1. Meziyet Cezalet: Allah'ın eser ve fiilerinden (a) esmayı çıkarır veya (b) haşir ve tevhidi vb. ispat eder
- 2. Nükte-i Belâgat: Allah'ın sanat eserlerini gösterir ve onları (a) esma içinde tayyeder veya (b) akla havale eder
- 3. Meziyet-i Cezalet: Allah'ın fiillerini detaylandırıp kanaat verir ve fezlekeyle bağlayıp hıfzettirir.
- 4. Nükte-i Belâgat: Mahluk silsilelerini zikreder ve nizamı gösterip şeffafiyet verir ve esmayı gösterir.
- 5. Meziyet-i Cezalet: Değişken cüz'i şeyler gösterip (a) esma ile bağlayarak sabit hakikate çevirir veya (b) tefekkür ve ibrete teşvik eder
- 6. Nükte-i Belâgat: Rububiyetin hükümlerini kesrete serer sonra (a) birlik bağıyla birleştirir veya (b) külli kaide içine yerleştirir.
- 7. Sırrı Belâgat: Gayesini göstererek sebebi azleder ve sebep ile müsebbeb ortasındaki uzak mesafede esmalar doğar
- 8. Meziyet-i Cezalet: Ahiretteki harikaları kalbe kabul ettirmek için (a) Allah'ın dünyadaki acaip işlerini zikreder veya (b) ahiretteki fiilerin nazireleriyle kalbe kanaat getittirir
- 9. Nükte-i Belâgat: Bazı cüzi maksatları zikreder ve esma ile takrir ettirerek zihni külli maksada sevk eder.
- 10. Nükte-i Belâgat: İnsanın isyankarane amellerini zikreder, sonra ümitsizliğe atmamak için rahmete işaret eden esma ile teselli verir.
- 3. Nur: Bir kelamın 4 kaynağı olan "“Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” sorularının cevaplarında Kur'an tüm diğer kelamlardan üstündür.
- 3. Şule
- 1. Ziya: İnsan kendisini asrı cahiliyette farz ederse Kur'an'ın getirdiği hidayetin büyüklüğünü daha iyi anlar
- 2. Ziya: Kur'an hikmeti felsefe hikmetinden üstündür
- 3. Ziya: Kur'an tevhidin bütün mertebelerini muvazesini bozmadan içerir. Bu hiçbir insanın hikmet ve eserinde yoktur.
- Hâtime: Peygamberimizin tüm mucizeleri Kur'an'ın bir mucizesi, Kur'an'ın tüm mucizeleri Peygamberimizin bir mucizesi hükmündedir.
- 1. Zeyl - 7. Şua'nın 17. Mertebesi: Kur'an büyüklüğüne dair 6 nokta
- 2. Zeyl - 11. Şua'nın 10. Meselesi: Kur'an'daki tekrarların hikmeti
Uzunluğu: Zeylleriyle beraber tamamı 100 büyük sayfa
- 25. Söz: Tamamı 82,5 büyük sayfa
- İhtar: 3 büyük sayfa
- Şule: Toplam 49 büyük sayfa
- 1. Şua: 26,5 büyük sayfa
- 2. Şua: 13 büyük sayfa
- 3. Şua: 9,5 büyük sayfa
- Şule: Toplam 20 büyük sayfa
- 1. Nur: 1 büyük sayfa
- 2. Nur: 15,5 büyük sayfa
- 3. Nur: 3,5 büyük sayfa
- Şule: Toplam 8,5 büyük sayfa
- 1. Ziya: 2,5 büyük sayfa
- 2. Ziya: 2,5 büyük sayfa
- 3. Ziya: 3,5 büyük sayfa
- Hatime: 2 büyük sayfa
- 1. Zeyl (7. Şua'nın 17. Mertebesi): 6 büyük sayfa
- 2. Zeyl (Meyve'nin 10. Meselesi): 11,5 büyük sayfa
Ekleri:
- 1. Zeyl: 7. Şua'nın (Ayet-ül Kübra) 17. Mertebesi
- 2. Zeyl: Meyve'nin (11. Şua) 10. Meselesi
Not: Zülfikar adlı büyük kitaptan ve Mu'cizat-ı Kur'aniye adlı küçük kitaptan görülebileceği üzere ilk başta Bediüzzaman bu risalenin zeyillerini şu şekilde belirlemişti:
- 1. Zeyl: 7. Şua'nın (Ayet-ül Kübra) 17. Mertebesi
- 2. Zeyl: 20. Söz
- 3. Zeyl: 12. Söz, 16. Lem'a'dan alınan bir parça, 7. Lem'a
- 4. Zeyl: 29. Mektup'un 8. Kısmından (Rumuzat-ı Semaniye) 6 parça, Kenzü’l-Arş’ın iki nüktesi, Lemeattan alınan 2-3 parça
- 5. Zeyl: Meyve'nin (11. Şua) 10. Meselesi ve ayrıca 11. meselesinden bazı kısımlar
Bediüzzaman bir mektubunda 29. Mektup'ta geçen "Allahu nurussemavati vel ard" ayetine dair seyahat-i hayaliye ve seyr-i kalbî risalesi ve yine bu ayetin 1. Şua'da Risale-i Nur’a işareti gibi parçaların ve Kur'an'ın mucize oluşuna dair mühim nüktelerin 25. Söz'e zeyl olarak eklenebileceğini beyan eder.
Bu Risaledeki Tevafuklar:
- 8 talebesinin Kur'an hattıyla yazdığı 19. Mektup ve 25. Söz risalelerinde geçen "Resul-i Ekrem (asm)" ve "Kur'an" ifadeleri nadir olarak müstensihlerin dikkatsizliği dışında (24'ten 1-4 adedi haricinde) dikey olarak aynı hizada denk gelerek tamamen birbirine tevafuk eder. Bu durum tesadüfe verilemez. Bediüzzaman bu tevafuğun hikmetini Kur’an’a ve imana hizmet ile meşgul olan nur talebelerini teşvik ve onların kalplerini tatmin, bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetlerinin makbuliyetine alâmet ve yazdıklarının hak olduğuna gaybi işaret olarak izah eder.
- Çok mucizesi olan Kur'an'ın yalnızca gözüne itimat eden tabakasına karşı kelimelerindeki tevafuk suretinde mucizesi vardır. Bu mucizenin kırk cüzünden bir cüzü tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmiş ve o cüzün de kırk cüzünden bir cüzü Kur’an kelimesinde ortaya çıkmıştır. 25. Söz'de ve 19. Mektub'un Kur'an'dan bahseden 18. işaretinde geçen 100 civarında "Kur’an" kelimesinden çok az istisna dışında hepsi birbirine tevafukla bakmaktadır.
- İnce iplerin birleşince dayanıklı ve kopmaz kalın bir ip olması gibi, çoğu risalesi gaybi tevafuk içeren Risale-i Nur'un sayfalarındaki ince tevafuklar hep birlikte değerlendirildiğinde kuvvetleşir.
- Kur'an'da çok (2806 defa) geçen "Allah" kelimesiyle ilgili çok tevafuklar ve mucizevi nükteler mevcuttur. "Kur'an" ve "Resul-i Ekrem" (aleyhissalâtü vesselâm) kelimeleri ise "Allah" kelimesine kıyasla Kur'an pek az geçer ve bunlar da tevafuktan ziyade başka sırlara medardır. Bediüzzaman "Allah" lafzının Kur'an merkezinde bırakıldığını ve Kur'an'dan tereşşuh eden ve Kur'an'dan gelen risalelerdeki "Kur'an" ve "Resul-i Ekrem" (aleyhissalâtü vesselâm) kelimelerindeki tevafuğun Kur'an hesabına geçtiğini beyan eder.
- Peygamberimizin mucizelerinin bir aynası olan 19. Mektup ve Kur'an'ın mucizelerinin bir tercümanı olan 25. Söz başta olmak üzere Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur parçalarındaki tevafuklar diğer kitapların ötesinde bir farklılık gösterir. Bu tevafuklar Kur'an'ın mucizelerinin ve Peygamberimizin mucizelerinin bir kerametidir.
Bu Risaleye Gaybi İşaretler:
- Al-i İmran suresinin 7. ayetinin "Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise:" mealindeki cümlesi ehl-i dalaletin Kur'an'ın müteşabihatını yanlış tevil edip şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı dönemde ilimde derinliği olan bir grubun doğru tevil ederek şüpheleri sileceğini beyan eder. Bu ayetin ebced makamı ve Nisa suresinin 162. ayetinin "Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar…" mealindeki cümlesinin ebced makamı 1344 (miladi 1928) ederek Risale-i Nur talebelerinin manevi mücahedeleri tarihine, özellikle Haşri ispat eden 10. Söz'ün ve Kur'an 40 vecihle mucize olduğunu ispat eden 25. Söz'ün tanınıp yayılma tarihine bakar.
- Hz. Ali (ra) Celcelutiye adlı kasidesinde Risale-i Nur'dan haber verdikten sonra 33 (bir cihette 32) Süryanice esmayı sayarken 25. Mertebede بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ (Meali: Ey bütün sırlarının ve âyetlerinin hikmetlerini ancak Kendisi bilen Allah'ım! (Mahlûkatına rahmetinin en lâtif cilvelerini gösteren şefkat sahibi) Hannân isminin hürmetine dualarımı kabul buyur!) ifadesiyle Kur'an ayetlerinin i’cazlarını beyan eden, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu ispat eden ve Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olan 25. Söz'e işaret eder. 1. Mertebede "Sirac-ün Nur" kelimeleriyle Risale-i Nur'a işaret etmesi, yukarıda belirtilen satırda "ayetler" kelimesinin geçmesi, bu cümlenin Celcelutiye'de sureler sayılırken 25. mertebede geçmesi ve bu 25. mertebede ifadenin değişip baştan başlar gibi "Bihakkı tebareke" denmesi bu gaybi işarete kanaati güçlendirir.
- Zümer suresinin 1., Casiye ve Ahkaf surelerinin 2. ayeti olan "Bu Kitap aziz ve hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir." mealindeki ayetin ebced makamı 1342 (miladi 1926) ederek Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basar. Gerçekten de o tarihten kısa süre sonra 25. Söz ve 10. Söz risaleleri neşredilmiştir ve bu iki risale 1930'da tamamen tanınıp yayılmıştır.
Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler
- Sözler adlı büyük kitapta, Zülfikar adlı büyük kitapta (Zülfikar'ın üçüncü makamıdır) ve Mu'cizat-ı Kur'aniye adlı küçük kitapta tamamı zeyilleriyle beraber mevcuttur.
- 25. Söz'de Kur'an'ın gençliğine dair 1. Şule'nin 2. Şua'sının 2. Cilvesi İman ve Küfür Muvazeneleri adlı orta boy kitapta geçer.
Not: 25. Söz'ün zeyillerinin Risale-i Nur'da geçtiği yerler için 7. Şua ve 11. Şua sayfalarına başvurun.
- 25. Söz'de Kur'an'ın manasındaki belâgatı izah eden ve Kur'an nurunun dinleyenlerin nazarında alemin ölmüş mevcudatını nasıl dirilttiği hakkında olan derslere benzer bir ders 13. Söz'de mevcuttur.
Kur'an ve Mucizeleri Hakkında Risale-i Nur'daki Diğer Bahisler:
- Şuâat-ı Marifeti’n-Nebi namındaki Türkçe bir risalede Kur'an'ın mucizelerinin 7 külli kaynağı izah edilir.
- Aynı bahis Rumuz risalesinde de mevcuttur.
- 12. Söz'de Kur’an'ın kudsi hikmeti ile felsefe hikmeti karşılaştırılır
- 20. Söz'ün 2. Makamında şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeylere Kur'an'da Peygamber mucizeleri içinde işaret edildiği misallerle izah edilir.
- Peygamberimizin mucizelerinden bahseden 19. Mektup'un 18. İşareti Peygamberimizin en büyük mucizesi olan Kur'an hakkındadır.
- 29. Mektubun 8. Kısmı Kur'an'ın gaybi sırlarının mühim bir anahtarı olan tevafuk hakkında olup Kur'an harflerinin ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösterir. Rumuzat-ı Semaniye adıyla ayrrıca neşredilmiştir.
- Lemeat adlı kitapta Kur'an mucizelerine dair "Îcaz İle Beyan İ’caz-ı Kur’an başlıklı" kısım başta olmak üzere birkaç parça vardır.
- Bediüzzaman, Kur'an'ın nazmındaki belagatına dair İşarat-ül İ'caz adında tefsiri vardır.
- 25. Söz'ün 1. Zeyli olan 7. Şua'nın 17. Mertebesi Kur'an'ın büyüklüğüne dairdir.
- 25. Söz'ün 2. Zeyli olan 11. Şua'nın 10. Meselesi (Emirdağı Çiçeği) Kur'an'daki tekrarların hikmetini izah eder.
- Mesnevi-i Nuriye'de (Badıllı Tercümesi) 14. Reşha'da Kur'an hakkında kapsamlı dersler vardır.
- 1. Şua'da Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaretleri bildirilmiştir.
- 7. Lema'da Fetih Suresinin son âyetlerinin beş vecihle gaybi haber içerdiği ispat edilmiştir.
- Pencereler Risalesi olan 33. Söz'ün 33. Penceresi Kur'an hakkındadır ve bu risalenin 33 penceresinin Kur’an denizinden bazı katreler olduğunu beyan eder.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği
Bu Risalenin Telifi, Neşri ve Adı Hakkındaki Bahisler
Şu Söz’ün başında beş şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şule’nin âhirlerinde eski hurufatla tabetmek için gayet süratle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için üç şuleyi ihtisaren, icmalen yazarak iki şuleyi de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatalara nazar-ı insaf ve müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.
Bu Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ndeki ekser âyetlerin her biri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir.
İşte bu Yirmi Beşinci Söz, öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar, i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’aniyenin kemalâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.
gibi. Yalnız Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.
Hem bu Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimane ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş haletler içinde telif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.
(25. Söz)
Bekir Efendi’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekalet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü tabetti. İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü yeni huruf çıkmadan tabetmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tabedilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.
Tahirî'nin Müdafaasıdır
…
Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı. Birisini de ben yazdım. Evvela “Zülfikar Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Ahmediye” mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. Hasıl olan parasından Asâ-yı Musa mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Musa mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracünnur mecmuasının kâğıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti.
(14. Şua)
Yirmi Beşinci Söz olan Mu’cizat-ı Kur’aniye’nin nısf-ı âhiri, acelelik belasıyla gayet mücmel kalmasına bedel; size evvelce yazdığım gibi bazı lâhikaları onun âhirinde ilhak etmiştik. Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tabedilen Lemaat’ta gördük. Onun da Mu’cizat-ı Kur’aniye zeylleri içine derci pek münasip görüldü.
Kahraman Tahirî’nin bana getirdiği bir nüsha Lemaat’ı çok kıymettar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa siz de o parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zaten Lemaat, kendisi de hârikadır. Ramazan-ı şerifte yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz birden yazılmış. Sonra baktık, sehl-i mümteni gibi bir nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur suretini almış. İçinde bu parça daha hârikadır. Lemaat’ta o parçanın serlevhası: Îcaz ile beyan i’caz-ı Kur’an.
“Bir zaman rüyada gördüm ki Ağrı Dağı altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.” Bundan tâ
“Tarz-ı nazar ikidir; biri zulmettar, diğeri ziyadar.” serlevhasına kadar. Eğer Lemaat sizin elinize geçmemişse o parçayı buradan size göndereceğiz.
Hem Mu’cizat-ı Kur’aniye zeylleriyle ve Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) dahi zeylleriyle beraber ikisi bir cilt içinde eski harflerle imkân dairesinde ya İstanbul veya başka yerde eski harflerle, tevafuklu Hizbü’n-Nuriye, Hizbü’l-Kur’an gibi tabetmesine çalışmak lâzımdır ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın göze görünen tevafuk mu’cizesinin muhafaza ile tabedilmesine mukaddime olsun. Fakat teenni ile meşveret ile ihtiyat ile bu kudsî meseleye çalışmak lâzımdır.
Hem ehemmiyetli sebeplere binaen bir kısım risaleler çok süratli yazılmış. Hatta on dakikada ve bir saatte ve altı saatte ehemmiyetli risaleler hatta kâtiplerin tasdikiyle üç dört gün zarfında zeyilsiz Mu'cizat-ı Kur'aniye yirmi dört saatte telif edilmiş. Elbette bazı sehivler bulunabilir ve hiçbir cihetle kusur sayılmaz.
(Zülfikar)
Haydi bunu da bıraksak Lafz-ı Resul-i Ekrem (asm) ve Lafz-ı Kur'an iki risalenin umumunda nadir olarak müstensihin dikkatsizliğiyle müstesna kalandan başka bütün birbirine muvazi gelmesi, işaret-i gaybiyeyi pek zahir gösterir
…
Elhasıl: Nasıl ki ince iplerin birleştirilmesiyle kalın bir ip olur, çabuk kopmaz. O ipler dahi çoğu birleştirilse kalın bir halat olur, kimse eliyle koparamadığı gibi... Sözler'in sahifelerinde görünen ince işaretler hatları, bütün risalelerdeki tevafukata iltihak edip kuvvetleşmiş. Hususan Resul-i Ekrem (asm) kelimesinde ve Lafz-ı Kur'an ibaresinde parlayan zahir işarata istinad edip teeyyüd etmiş.
…
Hem bir cilt tefsir kadar tetkikata muhtaç ve iki yüz sahifeden ibaret olan i'caz-ı Kur'an namındaki risale, mühim bir sebebe binaen günde iki üç saatte kırk sahife yazmak suretiyle birkaç günde telif edildi. Demek yirmi saat zarfında yazılmıştır. Halbuki o tefsirin bir cildi bir senede yazılmıştır. Mu'cizat-ı Ahmediye'ye (asm) dair risale ise bütün arkadaşlarımın şehadetiyle telif vaktinin mecmuu on iki saatten ibarettir. Hem telif vaktinde sair kitaplara nakil için müracaat edilmemiştir.
Şu halde o iki risalede ayrı ayrı sekiz müstensihin risalelerinde Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yirmi dörtten biri ya iki, nihayet üç dört müstesna kalıp sairleri kasd ve iradeyi gösterecek bir derece tevafuk etmesi kudretimizle ve sun'umuzla ve kendi kendine tesadüfle olmadığını insafı olan belki şuuru bulunan kabul etmek gerektir.
Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler
Birinci Söz’den tâ Yirmi Beşinci Söz’e kadar olan muvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur’an’ın i’cazını ve galebesini ispat eder.
(25. Söz)
Evet, envar-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelal’inin kelâmı olan Kur’an’ın melaike-misal zîhayat kelimatı nerede? Beşerin hevesatını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede? Evet, ısırıcı haşerat ve böceklerin, mübarek melaike ve nurani ruhanîlere nisbeti ne ise beşerin kelimatı, Kur’an’ın kelimatına nisbeti odur. Şu hakikatleri Yirmi Beşinci Söz ile beraber geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu davamız mücerred değil; bürhanı, geçmiş neticedir.
(25. Söz)
Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber “Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’aniye” namlarındaki, Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden onu, ona havale ederek dedi:
Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (asm) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!
(7. Şua)
Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektup’un âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.
(7. Şua)
İ’caza dair olan Yirmi Beşinci Söz, Kur’an’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.
(27. Söz)
On üç asırda yedi vecihle i’cazını muhafaza eden ve Yirmi Beşinci Söz’de ispat edildiği üzere kırk adet enva-ı i’cazıyla mu’cize olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ihbarat-ı kat’iyesidir.
(29. Söz)
Bütün geçmiş pencereler, Kur’an denizinden bazı katreler olduğunu düşün. Sonra Kur’an’da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’an’a gayet mücmel bir surette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi yine gayet parlak, nurani bir pencere-i câmiadır.
O pencere ne kadar kat’î ve parlak ve nurani olduğunu, Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an Risalesi’ne ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’ine havale ediyoruz.
(33. Söz)
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın en büyük ve ebedî ve yüzer delail-i nübüvveti câmi’ ve kırk vecihle i’cazı ispat edilmiş bir mu’cizesi dahi Kur’an-ı Hakîm’dir.
İşte şu mu’cize-i ekberin beyanına dair Yirmi Beşinci Söz takriben yüz elli sahifede, kırk vech-i i’cazını icmalen beyan ve ispat etmiştir. Öyle ise şu mahzen-i mu’cizat olan mu’cize-i a’zamı o Söz’e havale ederek yalnız iki üç nükteyi beyan edeceğiz:
Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfaz-ı Kur’aniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki kabil-i tercüme değildir! Belki “Muhaldir.” diyebilirim. Kimin şüphesi varsa i’caza dair Yirmi Beşinci Söz’e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşaub etmiş âyâtın hakiki manaları nerede?
Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir.
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın enva-ı i’cazı kırka bâliğ olduğu, İ’caz-ı Kur’an namındaki Yirmi Beşinci Söz’de bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envaı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş.
…
O sair vücuh-u i'caziye ise, bir kısmı Yirmi Beşinci Söz'de kısmen tafsilen, kısmen icmalen beyan edilmiş. Bir kısmı sair Sözlerde müteferrik parçaları zikredilmiş. Bir kısmı Arabî risalelerimde onlara işaret edilmiş.
Risale-i Nur ve bilhassa Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz, zeylleriyle beraber ve nazımdaki vech-i i’cazı hârika bir tarzda beyan ve ispat eden Arabî Risale-i Nur’dan İşaratü’l-İ’caz tefsiri bilfiil göstermişler ki Mekkî sure ve âyetlerde en âlî bir üslub-u belâgat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır.
(11. Şua)
Ve Hazret-i Kur’an’ı, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i’caz-ı manevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur’un Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Rumuzat-ı Semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nur Gül Fabrikasının serkâtibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirdlerin fevkalâde gayretleriyle asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kādir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz!” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hak kelâmullah olduğunu ve bütün semavî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlas içinde binler İhlas ve hurufatının birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve ispat eden;
Ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bin üç yüz seneden beri i’cazını göstermesiyle ve muarızlarını durdurmasıyla ve Nur’un gözlere gösterir derecede zahir delilleri ile ve Nur şakirdlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risale-i Nur’un dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid ve muannidleri susturan Yirmi Beşinci Söz ve zeylleri kırk vecihle i’caz-ı Kur’anî olduğunu ispat eden;
(11. Şua)
Resaili’n-Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.
(1. Şua)
Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. O zatın izhar ettiği bine yakın mu’cizeleriyle Yirmi Beşinci Söz namındaki eserimde tafsil edilen kırk vech-i i’caza bâliğ olan Kur’an, risalet-i Ahmediyeye (asm) şehadet ettiği gibi bu kâinat da âyâtıyla o zatın nübüvvetine delâlet eder.
Lâkin i’cazının en yüksek vechi, nazmındaki belâgattan doğmuştur. Evet, Kur’an’ın bu nevi i’cazı, beşerin tâkatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve “Yirmi Beşinci Söz”ü zeylleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmalî bir malûmatı elde etmek isteyenler de belâgatın imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkakî, Cahız’ın bu kısım i’caz hakkında –üç tarîk ile– beyan ettikleri malûmattan, miktar-ı kâfi malûmat elde edebilir.
Efendim! Yirmi Beşinci Söz, Cenab-ı Hakk’ın ferman-ı mübini olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan için öyle bir vuzuh-u etemmi hâvi bir muarrif-i hakikidir ki: Bahr-i hakaikte seyr ü seyahat eden ve haricen çelikle mücella ve müstahkem ve dâhilen elmas ve akikle müzeyyen ve müberhen ve menba-ı hakikisi olan Furkan-ı Hakîm gibi daima gençliğini ve resanetini, ziynet ve hüsnünü tezyid ve muhafaza eden ve hiçbir vecihle ahkâm-ı memduhasına nakîse getirmeyen, bir sefine-i semaviyenin mahsulü olup kalpleri kışırlanarak felsefenin çıkmaz çığırlarına sapan gafil ve âsilere şiddetle darbe-i müthişe ve mühlikesini çarpan o Söz, mutîlere lütf-u dest-i manevîsiyle, dünyevî ve uhrevî nihayetsiz mükâfatını ihsan eden Cenab-ı Hakk’ın, zat-ı üstadanelerine lütuf buyurduğu ve Vehhab ism-i celilinden tulû eden nurun lem’asıyla ziyalandırıp hakaik-i İlahiyenin zerrelerini bile pırlantalar gibi görüp ve gösteren üstadımın hakaik denizinde seyr ü seyahatleri esnasında isabet eden mevceler ki yekdiğerini müteakip her birisi başlı başına bir mu’cize hattâ bir katresi bile îcazıyla i’cazını gösterdiğini gördüğümde مَا شَاءَ اللّٰهُ ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ هِدَايَةِ الرَّحْمٰنِ cümle-i celilesini lisanımda vird ediyorum.
Ali
Bu defa Süleyman Efendi vasıtasıyla Yirmi Beşinci Söz’ü, tashih olunmak üzere huzur-u âlînize takdim ediyorum. İ’caz-ı Kur’an elhak bir şaheserdir. İhtiva ettiği hayret-bahş hakaik itibarıyla âsâr-ı âliyenizin en mühimmidir. Mu’cizat-ı Ahmediye’yi okudum. Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahşeden çok kıymettar bir eserdir. Şu kadar ki mu’cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan olduğuna göre, i’caz-ı Kur’an’ın ruhumda husule getirdiği tebeddülat ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir.
Bu eserinizle وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i celilesinin muhtevi olduğu şümullü ve pek azametli olan maânî-i ulviye ispat edilmiş oluyor. Bugünkü terakkiyat-ı fenniye ve ihtiraat-ı beşeriyeyi kendi mahsulat-ı fikriyeleri addeden ve bir hazine-i hakaik olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı mühmel bırakarak Avrupa’dan ilim ve irfan dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saadetini temin edecek maâliyat ve desatir-i muazzama ile memlû bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf ve bir teyakkuz-u ârifane ile mütalaa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı. Fakat heyhat, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz.
İ'caz-ı Kur’an’ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı hakkını vermeye çalışırdım, olmadığı için âcizane olarak sözümü kesiyorum. Kemal-i hürmetle mübarek ellerinizden öper ve hizmet-i Kur’an’da sabit olmam hakkındaki duanızı talep ve istirham ederim, efendim.
Re’fet
Bu defa hediyelerinize mukabil elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz’e yirmi beş altın belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e yirmi dokuz yakut verirdim. Öyle ise verilmiş gibi kabul ediniz. Evet, tevafukta muvaffakıyetli olan kalem-i Alevî, Keramet-i Aleviye’ye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah. Hüsrev’in çok şirin ve fevkalâde yazdığı Hastalar Lem’ası ile Esma-i Sitte Lem’ası, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-u sadakat-medar hükmünde bana göründü; Risale-i Nur’a çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı ve firdevsî hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan eylesin, âmin!
Yorulmaz ve usanmaz, ciddi, samimi Hâfız Ali Kardeş! Tevafukta muvaffakıyetli kalemin ile yazılan İ’caz-ı Kur’an’ın âhirinde senin hakkında اَللّٰهُمَّ وَفِّقْهُ فٖى خِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ olan dua, bu defa şüphem kalmadı ki tam kabul olmuş.
(Hulusi Bey’in fıkrası)
Yirmi Beşinci Söz, i’caz-ı Kur’an’ı çok parlak bir tarzda ispat eden, ehl-i Kur’an’a mesned, melce ve mahzen-i esrar; ve güruh-u isyan ve tuğyan ve küfrana bütün levazımat-ı harbiyeyi câmi’, mühlik bir silahhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur, burç ve bârûsu muhkem, mahuf ve müthiş bir kale-i polat ve bedendir.
Sonra o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nurani bir surette içinden çıkması… Dedik ki: Madem o levha-yı mübarek Mu’cizat-ı Ahmediye’ye, o yedi nevi hurma marifetullaha ve resail-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur’an-ı Mübin’in menbaı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’a işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telakki ediyoruz.
Hem Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’an’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüzü, Kur’an’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
(7. Şua)
Mübarek Heyeti’nin büyük bir kahramanı Büyük Ali’nin sisteminde Küçük Ali’nin Mu’cizat-ı Kur’aniye’si, Mu’cizat-ı Ahmediye’nin tam mutabık bir bâki pırlanta tarzında mevki aldı. Erhamü’r-Râhimîn her harfine mukabil yazana on sevap ihsan eylesin, âmin!
Hattâ Risale-i Nur, Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’an’ın bir lem’a-i i’cazını gösterip ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’an-ı Kerîm’in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın.
Bugün istinsahına muvaffak olduğum İ’caz-ı Kur’an’ın bu bîçare talebenize bahşetmiş bulunduğu nihayetsiz füyuzat, mevte mahkûm ruhuma öyle bir tabib-i hâzık ameliyatı yapmış ki müptela olduğum emraz-ı kalbiyeyi tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan, arz-ı minnettarî eyler ve bu bînazir mücevherat mahzeninin diğer renkli kapılarının da açılmasını âcizane istirham eylerim.
Şeriat, hakikat ve marifet hazine ve definelerini küşad edecek ve eden ancak ve ancak bu Nur risale-i şerifeleridir. Bu Nur risalelerinin her birisi birbirinden nurlu, hele İ’caz-ı Kur’an “nuru’n-alâ nur.” Nasıl tavsif edeyim, bir gülistan-ı ferah-fezada gayet nâdide ve hoş-bû ezhar-ı latîfe gûnagûn bulunup da hangisini koparmaya, koklamaya, tercih etmeye mütehayyir kalıp da neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risale-i şerifeler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar? İnsanı fakat o insanı tahayyür ve tefekkür sahrasında mest-i lâya’kıl bırakmaz da ne yapar? Bütün dünyevî beşeriyet ve hayvaniyet hâssalarından tecerrüd etmesine, Hâlık’ına ubudiyet-i mütemadiyede bulunmasına, mezmum bi’l-cümle ahlâkları def’ ve tard etmesine ilh. gibi hissiyatıyla mütehassis edip de nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar?
…
Âsım
Bu Risaleye Atıflar
Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mu’cizatından hadd ü hesaba gelmez delail-i nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübra, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Söz’de Kur’an’ın kırka karib vücuh-u i’cazından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
(10. Söz)
Âyetlerinin her bir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki her bir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi; Sure-i İhlas içinde otuz altı Sure-i İhlas miktarınca her biri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor.
(13. Söz)
Şuâat-ı Marifeti’n-Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektup’ta ve şu Söz’de icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) beyan etmişim. Hem onda Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazı icmalen zikredilmiş. Yine “Lemaat” namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Söz’de Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu icmalen beyan ve kırk vücuh-u i’cazına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâgatı, “İşaratü’l-İ’caz” namındaki bir tefsir-i Arabîde kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.
(19. Söz)
On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir.
(27. Söz)
İkinci vecih ise felsefe tutmuştur: Felsefe ise eneye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delâlet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zatî olduğunu telakki eder. Yani zatında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zatından neş’et eden bir tekemmül-ü zatî olduğunu bilir ve hâkeza çok esasat-ı fâsideye mesleklerini bina etmişler.
O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözlerde hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat’î ispat etmişiz.
(30. Söz)
Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şule’sinin Üçüncü Şuâ’ının misallerinden olan
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيّٖنَ
âyetine dair şöyle yazılmış ki insanların tabakatına göre bir tek âyet, müteaddid vücuhlarla, her bir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ediyor.
Şu iki mesele, Yirmi Beşinci Söz’ün i’caz-ı Kur’an’a karşı medeniyetin aczini gösteren misallerinden bir kısmıdır. Kur’an’a muhalif olan hukuk-u medeniyetin ne kadar haksız olduğunu ispat eden binler misallerinden iki misal:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Allâmü’l-guyub’un talimiyle haber verdiği umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. İ’caz-ı Kur’an’a dair olan Yirmi Beşinci Söz’de envaına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sâbıkaya dair ve hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söz’e havale edip şimdilik bahsetmeyeceğiz.
İşte bütün bahsettiğimiz umûr-u gaybiye, on kısım enva-ı mu’cizatından bir tek nevidir. O nev’in on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi bu kısımla beraber i’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’de, gayet geniş ihbar-ı gayb nevinin dört nevini icmalen beyan etmişiz. İşte buradaki nevi ile beraber, Kur’an’ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nev’i beraber düşün.
Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şule’sinin Birinci Şuâ’ının Beşinci Noktası’nın makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’an’ın nazarında gıybet ne kadar şenî bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
Yirmi Beşinci Söz’de, medeniyetle hükm-ü Kur’an’ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere; beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşei iki kelimedir:
Birisi: “Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?”
İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î ispat edilmiştir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, her bir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!
Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen
اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ
اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ
gibi tevhidi veya âhireti ifade eden fezlekeler ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu Yirmi Beşinci Söz’ün İkinci Şule’sinin İkinci Nur’unda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek o hülâsalarda bir mu’cize-i kübra bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş.
(11. Şua)
Yeni Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç Hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm hem dua ediyorum. Sebat etsinler; onları kardeş dairesine dâhil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar. Siz kimi intihab etseniz benim de kabulümdür. Hoca İsmail Hakkı Efendi’ye çok selâm ve dua ediyorum. Madem az adam ile konuşan İşaratü’l-İ’caz onunla hayli konuşmuş, ben de o zatı ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. İşaratü’l-İ’caz ile iktifa etmesin. İşaratü’l-İ’caz’ı tefsir eden ve hakaikini aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler’i, Mektuplar’ı okusun. Hususan Yirmi Beşinci, Yirmi Altıncı Sözler’i, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektupları gibi intihab ettiği risaleleri de okusun. Başta Bekir ve Hüsrev kardeşlerime selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.
Nazif Çelebi’nin İnebolu hâlis kardeşlerimizin namına bayram tebriği ile ve Zülfikar’ın gayet dikkat ve ehemmiyet ve ihtiyatla devam-ı hizmeti ve Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi de bitirip zeyllerinden bir kısmını da tamam etmesi ve Abdurrahman Salahaddin’in Amerika misyonerlerine dört beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mu’cizat-ı Ahmediye’yi emin bir vasıta ile bizim namımıza Camiü’l-Ezhere hediye edip göndermesini ve ehemmiyetli bir Nur şakirdi Ahmed Kureyşî’nin onların makinesinin masrafına yüz banknot vermesini beyan eden bir mektubunu aldım.
Mu’cizat-ı Kur’aniye’de اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle gark olan Firavun’a der: “Bugün gark olan cesedine necat vereceğim.” demesiyle umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibret-nüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun’un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu’cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder.
Hem Lafzullah her sahifede ekseriyetle ya beş, ya altı, ya yedi, ya dokuz, ya on bir adette gayet manidar olarak tekerrür ediyor. Hususan Medine'de nâzil olan surelerde daha kesretle ve manidar bir tarzda nazar-ı dikkati kendine celbeder. Çok şuâ-ı i'cazı taşıyan âyetin fezlekelerinde ve hâtimelerinde parlıyorlar. Yirmi Beşinci Söz'ün Üçüncü Şule'sinde o fezlekelerin on adet lemaat-ı i'caziyesine işaret edilmişler.
Kur'an-ı Azîmüşşan'ın kelimatı ve âyâtı delâlet ettikleri hakaikte çok vücuh-u i'caziye ve o kelimatın terkibatındaki nazımda çok mezaya-yı i'caziye bulunduğu Yirmi Beşinci Söz'de gayet kat'î bir surette gösterilmiştir.
Hem madem beliğ, âlî bir kelâmın i'caz-ı Kur'an risalesinde beyan edildiği gibi, o kelâmın hurufatı ve hey'atı dahi o kelâmın manasına kuvvet verip teyid etmekle o kelâmın derece-i ulviyeti ve belâgatı ziyadeleşir.
Sure-i İhlas altı cümle olup üçü müsbet üçü menfîdir. Lemaat'ta beyan edildiği gibi, altı mertebe-i tevhidi ispat ve altı enva-ı şirki nefyetmekle beraber İ'caz-ı Kur'an Risalesinin Birinci Şulesinin Birinci Şuâ'ında beyan edildiği üzere, bu altı cümle her biri umumuna hem delil hem netice olduğundan Sure-i İhlas'ta tevhide dair berahin silsilesi ile müdellel otuz Sure-i İhlas kadar içinde otuz emsali münderic olduğuna binaen şu Sure-i İhlas ne kadar safi ve hâlis bir bahr-i tevhid olduğunu îma eder.
Bu Risaledeki Tevafuklar
Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevi kerametidir ki o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
Bir dest-i inayet altında hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiğimize dair çok enva-ı işarat-ı gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işaratın bir yenisi daha şudur ki:
Ekser Sözler’de tevafukat-ı gaybiye var. (Hâşiye[2]) Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve aleyhissalâtü vesselâm ibaresinde ve Kur’an lafz-ı mübarekesinde, bir nevi cilve-i i’caz temessül ettiğine bir işaret var.
İşarat-ı gaybiye ne kadar gizli ve zayıf da olsa hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.
Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyen bana gösterdi.
Hem hiç medar-ı iftihar benim için bir şey bırakmıyor, yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor.
Hem madem Kur’an’a aittir ve i’caz-ı Kur’an hesabına geçiyor ve kat’iyen cüz-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlahîdir ve izharı tahdis-i nimettir. Ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.
İşte şu işarat-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: Cenab-ı Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur’an’a ve imana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nevinden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu’cizat-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nevinden bir letafet ihsan etmiştir. Yani bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor.
Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki: “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.”
Bâhusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat bir âyine hükmüne geçip o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarîh gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazısında, beş sahife müstesna, mütebâki iki yüzden fazla salavat-ı şerife birbirine muvazi olarak bakıyorlar.
Şu tevafukat ise şuursuz yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi sanatta maharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek gayet süratle bir iki saatte otuz kırk sahifeyi telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.
İşte altı sene sonra, yine Kur’an’ın irşadıyla ve İşaratü’l-İ’caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar.
Nasıl ki lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat; On Dokuzuncu Mektup’ta, mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevinin bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de Yirmi Beşinci Söz olan i’caz-ı Kur’an’da ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde lafz-ı Kur’an dahi kırk tabakadan, yalnız gözüne itimat eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’aniyenin, o nev’in kırk cüzünden bir cüzü, tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüzün kırk cüzünden bir cüzü, lafz-ı Kur’an içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:
Yirmi Beşinci Söz’de ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde yüz defa Kur’an lafzı tekerrür etmiş; pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış, mütebâkisi bütün birbirine bakıyor.
Âtıf Hasan’ın hakikaten fevkalâde yazdığı tevafuklu Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi, o gittikten sonra temaşa ettim. Elimden gelseydi her bir yaprağına mukabil bir lira verecektim. İnşâallah o nüsha ile binler adam istifade edip onun hayat-ı bâkiyesine bir çeşme hükmünde vâridat verecek. Hüsrev’in ve kahraman Tahirî’nin bir üçüncüsü oluyor.
Sabri’nin mektubunda, tevafuklu yazdığı Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Risale-i Nur hakkındaki istihracı bizi fevkalâde mesrur eyledi. Hasan Âtıf’ın bize yazdığı şaşaalı ve cazibedar Mu’cizat-ı Kur’an’ı esas yapıp sair risalelerde, i’caz-ı Kur’an’ın nüktelerine dair mebahisi ona zeyller şeklinde ilhak ettik, güzel bir surete geldi.
Ezcümle: Âyetü’l-Kübra’nın Kur’an’a dair On Yedinci Mertebesi, Yirminci Söz ve Sure-i Feth’in âhirki âyetin mu’cize olduğuna dair Yedinci Lem’a ve Fihriste’nin Rumuzat-ı Semaniye’ye dair mühim parçaları ve Kenzü’l-Arş’ın iki nüktesi gibi parçalar o zeyllere girmiş. Aynen Mu’cizat-ı Ahmediye’nin zeylleri gibi parlamış. Nurlar santralı Sabri, o yazdığı güzel Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi inşâallah onlarla tam güzelleştirir.
İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:
Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler’deki tevafukat ve muvaffakıyet daha güzeldir.
Ben de dedim: Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi bu muvaffakıyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.
İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
İşte bu temsil gibi Zat-ı Vâcibü’l-vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm’in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin hissesine isabet eden cihette, hususi onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe’ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakkı var ki o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur’an kılıncıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.
Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zahiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını –tabiat perdesi altında gizlenmiş– görememişler, tabiata müracaat etmişler.
İkincisi, hususi rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına Rahmanu’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususi bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir.
İşte bu hususi rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
İşte bu sırra binaendir ki İ’caz-ı Kur’an ve Mu’cizat-ı Ahmediye’deki işarat-ı gaybiyeyi, hususi bir işaret telakki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususi ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilan ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin, âmin!
Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) sana güzel ve tevafuklu bir tarzda yazdırdım. Hüsrev kerametli kalemiyle, bana yazdığı gayet kıymettar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ’caz-ı Kur’aniye gibi bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hâfız’ın kalemi oradaki mevcud tevafuku tamamen muhafaza edememiş. Tevafukçu Hüsrev’in taht-ı nezaretinde, mabeyninizde taksim edip bana yadigâr bir İ’caz-ı Kur’anî’yi müştereken yazsanız çok iyi olur.
(Barla L.)
Kaç sene evvel Mu'cizat-ı Ahmediye içindeki i'caz-ı Kur'an'ı beyanda, aklı gözüne inmiş tabakasına karşı göz ile görünecek bir nakş-ı i'cazı kalp aradı. O zaman berk-i hâtıf gibi bir sahife-i Kur'aniyede mükerrer Lafzullah muntazam bir kavis suretinde göründü. O cihette Lafzullah'taki müteaddid emarat-ı i'caziyeyi yazmak lâzım iken bana unutturuldu, yüzüm başka cihetlere çevrildi. Yalnız karşı karşıya ve bir sahife arkasındaki sahifelerde böyle Lafzullah'ın tekraratı manidar bir nisbet-i adediye ile göründü. Hem bazı kelimat-ı Kur'aniye yapraklar arasında birbirine bakması ve muvazi gelmesi gibi birkaç cüz'iyata işaret edildi. Halbuki o cüz'iyat, o meseleye hiçbir cihetle kâfi gelmiyordu.
Bir zaman sonra Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmda tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz bir vaziyet-i hârikulâde gördük. İ'caz-ı Kur'an'a ait Yirmi Beşinci Söz olan risalede Kur'an lafzı o işareti verdi. Resul-i Ekrem'in mu'cizatında "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm" kelimesi aynen o işareti veriyordu.
İman-ı billaha dair olan sair müteaddid risalelerde Lafzullah o işareti vermedi. Çünkü Lafzullah nadir zikrediliyordu. Onun yerinde Cenab-ı Hak kelimesi, Sâni'-i Hakîm, Hâlık-ı Rahîm gibi sair esma-i hüsna ile tabir edilmiş. Lafzullah o erkân-ı imaniyenin en a'zamı olan iman-ı billah, risalelerin içinde en çoğuna, en mühimlerine sahip olduğu halde; i'caz-ı Ahmediye ile i'caz-ı Kur'aniyenin işaretleri gibi parlak işaret vermemiş.
Şimdi kat'iyen gördük ki o işaret ise Kur'an-ı Azîmüşşan, o kadar parlak göstermiştir ki hiçbir cihette ihtiyaç kalmamış ki başka yerde tezahür için cilvesi görünsün.
Evet, Kur'an-ı Azîmüşşan'da Lafzullah çok nuranî ve kesretle çok manidar ve vüs'atle çok nükteleri var. Ve hikmetle tekrar edilmiş ki akıl anlasa "Sübhanallah", kalp derk etse "Bârekellah" ve göz görse "Mâşâallah" diyecektir.
Amma Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ise Kur'an'da pek azdır ve o kısım da tevafuktan ziyade başka sırlara medardırlar. Onun için kanaatimiz geldi ki Kur'an'dan tereşşuh eden ve Kur'an'dan gelen risalelerde, Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o işarete Kur'an hesabına mazhar edildi ve Lafzullah, Kur'an merkezinde bırakıldı.
Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler
On Üçüncü Âyet
Sure-i Âl-i İmran’da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِSure-i Nisa’da لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ
On Dördüncü Âyet
Sure-i Nisa’da لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ
Bu iki âyet bu asra da hususi bakarlar.
Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakiki tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var.
Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risalei’n-Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلَّا اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resaili’n-Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.
Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Söz’ün iştiharı hengâmına hem اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar.
(1. Şua)
İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan haber verdikten sonra yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanîce esmayı ta’dad ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli en kıymettar olan Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne ve Otuz İkinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi sair risalelere de remzen veya îmaen veya telvihen bakar. Evet, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a bakarak Süryanî isimleri dercederek diyor:
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ٭ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ
بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ٭ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ
بِيَاهٍ وَيَا يُوهٍ نَمُوهٍ اَصَالِيًا ٭ بِطَمْطَامٍ مِهْرَاشٍ لِنَارِ الْعِدَاسَمَتْ
بِهَالٍ اَه۪يلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ ٭ طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ
اَنُوخٍ بِيَمْلُوخٍ وَ اَبْرُوخٍ اُقْسِمَتْ ٭ بِتَمْل۪يخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ
اَبَاذ۪يخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا ٭ خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ
بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا([3]*) ٭ بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ
بِشَلْمَخَتٍ اِقْبَلْ دُعَائٖى
diye dua ile hatmeder.
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) başta sarahat ile haber verdiği Risale-i Nur’u, Siracünnur ve Siracüssürc namıyla birinci mertebede aşikâr onu gösterip ta’dad ederken tâ yirmi beşe geldiği vakit بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ der. Âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde ispat eden Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi Beşinci Söz namındaki Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne işaret eder.
Çünkü başta Siracünnur’un birinci mertebede sayılması hem بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ fıkrasında اٰيَاتٍ kelimesinin bulunması hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir ki pek çok âyetleri zikredip i’cazları ve sırları beyan eden Yirmi Beşinci Söz’e mana-yı mecazî ile bakar. Ve surelerin ta’dadında dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi değiştirip baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَ diyerek Risale-i Nur’un en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Söz’ün ehemmiyetini gösteriyor.
(8. Şua)
Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz.
Şöyle ki: İki ت sekiz yüz, iki ن yüz, iki م seksen, iki ك kırk, üç ز yirmi bir, üç ى otuz, bir ب bir ح on “lafzullah” altmış yedi, bir ع yetmiş, dört ل dört ا yüz yirmi dört olup yekûnü bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor.
Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü’n-Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’yle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırk ikide intişarları ve kırk altıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki bu âyet ona hususi bir iltifatı var.
(1. Şua)
Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım
âyetinin hakikatini teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikati olan i’caz-ı Kur’anîyi tefsir eder. Üç şuâ içinde kırk vücuh-u i’caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki Kur’an, kelâmullah olduğunu gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi öylece gösterir ve ispat eder. Nısf-ı evvel çendan süratli telif edilmiş fakat istirahat-i kalp ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i’caz-ı Kur’an’ı ona gösterir ve ispat eder. Bu söz şimdiye kadar i’caz-ı Kur’an’a karşı çok muannidleri serfürû ettirerek secdeye getirmiş.
Mu’cize-i Kübradan Birkaç Katreyi Tazammun Eden On Dördüncü Reşha
…
İkinci Katre’de: Yirmi Beşinci Söz’de zikredilen “Kur’an Nedir?” diye olan tarifin kısa bir Arapçası vardır.
…
Dördüncü Katre: Altı nüktedir. Beşinci Nükte’sinde çok âyet-i kerîme bulunmasından ve orası da izah makamı olmadığından Mu’cizat-ı Kur’aniye’ye havale edilerek o nükte tayyedilmiştir. Bazen bir harf-i Kur’anîde Kur’an’ın i’cazını ispat eden bu risale ve arkadaşları olan “İşaratü’l-İ’caz” ve “Mu’cizat-ı Kur’aniye” risaleleri Kur’an-ı Hakîm’in birer elmas kılıncıdırlar.
ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ
ilh..'in çok esrar-ı mühimmesinden ve ehemmiyetli nükte-i i'câziyesinden bir kısmı İşârâtü'l-İ'câz'da beyan edildiği gibi, onun hakikat-ı i'câziye-i azimesini i'câz-ı Kur'ân'a dâir Yirmi Beşinci Söz gayet parlak bir surette göstermiştir.
…
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Pek çok esrar ve hakâik-i mühimmesinden, o ibaredeki i'câzı gösterecek ve hakikatındaki maslahat-ı âliyeyi bildirecek en mühim sırrı hem İşârâtü'l-İ'câz'da, hem i'câz-ı Kur'ân'a ait Yirmi Beşinci Söz'ün Birinci Şûle'sinde, hem Yirmi İkinci Mektub'un İkinci Kısmında güzel izah edilmiştir.
Otuz Üçüncü Pencere
اَلْحَمْدُ ِللَّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا
âyetinin Kur'ân'a dair bir hakikatını, Kur'ân'ın herbir âyeti birer pencere olduğunu ve belki ekser âyetinde marifetullaha karşı çok pencereler bulunduğunu ve Kur'ân'ın hey'et-i mecmuası umum pencereler kuvvetini tazammun ettiğini göstermekle gayet parlak ve vazıh ve câmi diğer bir pencere daha açmakla gayet kat'i ve yakini ve şüphesiz bir hüccet-i vahdâniyet gösterip, i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Söz'le tefsir ediyor. Ve bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.
Zülfikar ve 25. Söz
Sair yerlerdeki kardeşlerimiz Asâ-yı Musa yazmasına başlamışlar mı? Bu birinci vazifeyi eskiden yapan ve yanında mevcud bulunan zatlar, bir cilt içine alıp ikinci vazife-i imaniye olan Mu’cizatları zeylleriyle beraber tedarikine başlasınlar veyahut geri kalanlara yardım etsinler. Elinden geldiği kadar güzel ve tashihli yazılmalı.
Tahirî'nin Müdafaasıdır
…
Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı. Birisini de ben yazdım. Evvela “Zülfikar Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Ahmediye” mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. Hasıl olan parasından Asâ-yı Musa mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Musa mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracünnur mecmuasının kâğıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti.
(14. Şua)
İkinci vazife de; “Onuncu Söz” zeylleriyle beraber, iki Mu’cizat risaleleri ve zeyllerinin âhirinde bulunmak lâzımdır. Birinci vazifesini bitirenler, yine mevcudu varsa bir cilt içine almaya çalışsınlar yoksa tedarik etsinler. Çünkü âlem-i İslâm, şimdiki intibahı, vahdet-i İslâm’a çalışması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük dairelerin geniş nazarlarına elbette büyük mecmualar lâzımdır.
İkinci vazife Mu’cizat mecmuasına birinci vazifeyi bitirenler başlamalarını müjde vermeniz, sizleri bu hizmet-i imaniyede bana hakiki kardeş veren Erhamü’r-Râhimîn, beni hadsiz şükre sevk eyledi. Hatt-ı Kur’anî lehinde birincisinin bir kerameti, merkezde hatt-ı Kur’anînin bir kursu açılması olduğu gibi; inşâallah ikincisi, daha mu’cizane bir keramet gösterecek.
Bu şuhur-u mübarekede, Nurcuların şirket-i maneviyesine inşâallah pek çok kudsî servet girecek. Her bir Nurcu, binler lisanla ve yüzer kalemle çalışacak gibi kâr kazanacak. Ve bu mübarek ve çok bereketli aylarda beş tarzda ibadet sayılabilen kalemle Zülfikar-ı Mu’cizat mecmuasına hizmet edenler, tam bahtiyardırlar. Fakat yazıdan ziyade, sıhhatine dikkat etmek lâzım ve elzemdir.
Nur’un bir şakirdi bana dedi ki: Geçen sene daha Nurlar bize teslim olmadan ve hususi bir iade neticesinde burada rahmet dahi hususi bir derece tezahürüyle demiştin ki: “Ne vakit tam serbestiyetle Nurlar okunsa ve yazılsa ve bize iade edilse yağmurla rahmet tam olacak.” haber vermiştin. Hakikaten bu baharda hem Asâ-yı Musa her tarafta merakla yazılması ve okunması hem Zülfikar-ı Mu’cizat yazılmasına şevkle başlanması, bu emsalsiz rahmete bir vesile olduğuna kat’î kanaatim geliyor, dedi.
Hem bir kısım Nurları, ehemmiyetli zatlara vermiş ve “Zülfikar-ı Mu’cizat”ın benim tashihimden geçmiş bir nüshasını istiyor.
Tekrar mübarek ramazanınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerîmesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeye fedakârane deruhte etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymettar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekellah ve veffekakümullah deriz.
İnebolu kahramanlarının tebrik mektuplarında iki tevafuk ve iki kuşun garib ziyaretleri çok manidardır. Evet, benim bir tek mektubumu yazan bir tek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakipleri bulunan ve takip edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler yine çok değil.
Şimdi Zülfikar-ı Mu’cizat ve Asâ-yı Musa mecmuaları teksir makinesiyle iki merkezde tabedilmesinden, sen bütün kuvvetinle ve tashih cihetinde güzel kalemin ile ve dikkatli ilmin ile tam alâkadar ol.
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Asâ-yı Musa ve Zülfikar-ı Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye mecmualarından, münasip gördüğünüz zaman Ravza-i Mutahhara’nın civarındaki ulemaya göndermekle beraber, onlara yazınız ki:
عَلٰى صَاحِبِهَا اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ السَّلَامِ
Nur risalelerinin Medresetü’z-Zehrası, (Hâşiye[4]) Ravza-i Mutahhara’nın civarındaki ulemanın şefkatine çok muhtaç manevî bir mahdumudur, bir talebesidir, şiddetli düşmanların hücumuna maruz kalmış bir şakirdidir ve âlem-i İslâm’ı daima tenvir eden sizin o büyük medresenizin küçük bir dairesi ve şubesidir. Onun için o âlîkadr üstad ve müşfik peder ve hamiyetkâr mürşid-i a’zam olan zatlar bu bîçare evladına tam manevî yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden bekliyoruz. O pek büyük üstadlarımıza takdim edilen iki kitap ise bir talebe dersini ne derece anlamış diye akşam üzeri üstadına ve babasına yazıp vermesi gibi o iki dersimiz, o şefkatli allâmelerin nazar-ı müsamahalarına arz edilmiş diye bir mektup yazınız ve selâm ve ihtiramlarımı ve ellerinden öptüğümü tebliğ ediniz.
“Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, yüz otuz parça risalelerin menbaları, me’hazleri yalnız Kur’an’dır.” diyor.
Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta hem gurbette hem perişan bir halde bazen çok süratli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz.
Nur şakirdlerinden
Tahirî, Hayri, Mustafa, Sadık, Osman, Hüsrev, Tahir
Mekke-i Mükerreme’de Hacerü’l-Esved yanında hürmet için konulduğunu, hacıların gördükleri Zülfikar Mu’cizat-ı Kur’aniye mecmuasıyla Medine-i Münevvere’de de Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asâ-yı Musa mecmuası gibi Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, âlem-i İslâm’ın bizimle hakiki uhuvvetini temine vesile oldukları halde; müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri ve biz de çok defa makamata istida ile müracaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem başbakanın “Din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini” söylediği halde, bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikinin tacili ve takdimi lâzım gelirken tehir edilmesi, dindar mebusların nazar-ı millette “Kendilerine düşen en ehemmiyetli dinî vazifelerini yapmıyorlar.” diye dindarların bir telaşları var.
Diğer Bahisler
Niyetim büyük, tevfik Hudâ’dan. Yalnız oda cemaatimize Yirmi Beşinci Söz’e kadar okudum ve inşâallah devam edeceğim. Emrinize tebean ve duanıza binaen fütur getirmiyorum. Maddî vazifem oradakinden daha ağırdır. Fakat her umûrumda Allah’a istinad ettiğim için ümitsizliğe düşmüyorum. Oradan ayrıldıktan sonraki füyuzattan istifade etmeyi can ü yürekten arzu ediyorum. Nâtamam kalan Otuz İki ve Otuz Üçüncü Sözler’in de itmamına muvaffak olmanızı eltaf-ı İlahiyeden niyaz eylerim.
Hulusi
Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un altı nüktesiyle Kur’an’ın hakiki tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasibi olana, Yirmi Beşinci Söz’deki bürhanlara zeylen ispat ediyor.
On Birinci Nota: On Bir, On İki, On Üç, On Dördüncü Sözler gibi Kur’an’dan fazlaca bahseden Nur risalelerine, bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden Yirmi Beşinci Söz’ün geleceğine îma eylediğini…
…
Hulusi
Sorgu hâkimliğinin son tahkikat kararnamesinin arkasında denilmiş ki: "Heyet-i vekile Mu'cizat-ı Kur'aniyeyi yani, yalnız Yirmibeşinci Söz Risalesini; üç âyetin medeniyete karşı beyanatı, şimdiki kanun-u medeniyete uygun gelmediği bahanesiyle resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dört ay evvel bir karar vermiş." diye yazılı gördüm.
(14. Şua)
Kardeşimiz Sabri’nin mektubunda, muannid mülhidlerin Risale-i Nur’un cereyanına karşı kurdukları çürük ve vâhî hud’aları, örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz ve o şeytanet perdeleri kıymetsiz ve mukavemetsizdir, Risale-i Nur’a karşı yırtılır ve yırtılacak dediği gibi; bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habîsi olan zındığın yazdığı ve zahiren Müslümanlara Türkçülük lehinde fakat hakikatte Kur’an ve Peygamber’in (asm) azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu eser de Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Mu’cizat-ı Ahmediye’ye (asm) karşı örümcek ağı da olamaz, parçalanır. Fakat binler teessüf ki Risale-i Nur’u görmeyenlere kat’î zarar verdiği gibi Risale-i Nur’u görenler de merak edip “Acaba ne var?” demekle, safi kalplerini bulandırır. Lâekall vesvese ve evham verir.
Gül Fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş! Risale-i Nur, Isparta’yı âfat-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu çok hâdisatla beraber, bu yeni zelzele hâdisesi ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti oluyor. Ve Mu’cizat-ı Kur’aniye lâhikasını sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz yazdığınız miktarı gönderiniz. Biz burada tekmil eder, size de sonra haber veririz.
Çok mübarek olan senin rüyan ki emr-i İlahî ile Kur’an’ı Hazret-i Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma vermek, Hazret-i Cebrail’in vazifesinin bir cilvesidir. İşarettir ki bu hizmetiniz hem rıza-yı İlahiyeye hem rıza-yı Peygamberîye (asm) muvafıktır. Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi, Mu’cizat-ı Ahmediye vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye (asm) tebliğ etmek manasıyla senin rüyan tabir edilir.
Mahkemeden verilen Zülfikar nüshasında tashih olunmuş sehivler, bu nüshada tashih edilmemiş. Mu’cizat-ı Kur’aniye’nin Dördüncü Zeyli’nin yüz onuncu sahifesinde sekizinci satırında “Hem Lâm’ın” sehivdir “Hem Lâ’nın” olacak. Çünkü Kur’an’da “Lâm” otuz bindir “Lâ” on dokuz bindir.
Fakat hatırıma geldi ki Zülfikar’ın Mu’cizat-ı Kur’aniye Dördüncü Zeyli’nin iki yerde –biri sekizinci satırda, biri on ikinci satırda– “Lâ”nın yerine “Lâm”ın yazılmış. Halbuki “Lâm” Kur’an’da otuz bindir “Lâ” on dokuz bindir. Bu sehiv başka nüshalarda kısmen tashih edilmiş. Fakat mahkemenizde kalan Zülfikarlarda tashih edilmemiş.
İ’caz-ı Kur’an’ın ikinci cüzünü hemen hitam buldurmak üzereyim. Fakat müştak bulunduğum Otuz İkinci Söz’ü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü bu gibi kıymettar ve manidar eserleri işittikten sonra, görmek iştiyakı gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men’edemiyorum.
Sabri
İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözler’i meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler hususan İ’caz-ı Kur’an ve Kader Sözleri. İnşâallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözler’i bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.
Bu parça hem Lâhika’ya hem İ’caz-ı Kur’an’ın âhirine yazılacak. Birkaç gün sonra ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.
Mübarek ramazanın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksen üç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risale-i Nur’un şakirdlerindeki sırr-ı ihlasla tesanüd ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla her bir sadık şakird, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki: Bu daire içinde kırk bin belki yüz bin hâlis, hakiki mü’minlerin içinde hakikat-i Leyle-i Kadri elde edecek bir iki, on yirmi değil belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.
Sırr-ı ihlasla ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikate müteveccihen, bu ramazan-ı şerifte her birimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farz edip nun-u mütekellim-i maalgayr yani daima
اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا وَوَفِّقْنَا وَاهْدِنَا
وَاجْعَلْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ فٖى هٰذَا الرَّمَضَانَ خَيْرًا فٖى حَقِّنَا مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ
gibi kelimelerde نَا içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa en zayıf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde o hususi niyetle yardım etmektir.
Nur Fabrikasındaki Aliler ve Tahirî’nin istedikleri mu’cizeli Kur’an’ımızla İ’caz-ı Kur’an zeylleriyle beraber İstanbul’da Hâfız Emin’in yanındadır, okutturuyorlar ve yazdırıyorlar. İsterseniz benim nüshamı Hâfız Emin’den alınız, onun yerine güzelce zeylli nüshanızdan birisini veriniz, yanında kalsın. Kur’an’ın son yazılan nüshasını da lüzum olduğu ve bilfiil tabetmek için geldiğiniz zaman İstanbul’a göndereceğim.
Dünkü gün اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyetine dair Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhirinde, seyahat-i hayaliye ve seyr-i kalbî risaleciğini okudum. Ve Birinci Şuâ’da bu âyet, Risale-i Nur’a işaretini tahattur ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ nükte ve hâşiyesiyle beraber Mu’cize-i Kur’aniye zeylleri içine girse münasip olur. Siz dahi münasip görseniz yazılsın. İ’caz-ı Kur’an nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.
Size bu defa Âyetü’l-Kürsî’nin arkadaşı ve tetimmesi iki üç âyetin bir nükte-i i’caziyelerine dair bir parça gönderdim; daha tamamlamaya bir ihtar almadım, noksan kaldı, pek acelelikle yazıldı. Ehemmiyetli sırlar göründü fakat dünyaya bakmamak için tamam ve açık yazdırılmadı. Eğer hoşunuza gitse On Birinci Mesele’nin Hâşiyesi’nin bir lâhikası olarak kaydedersiniz ve İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nin zeyllerinde hem El-Felak nüktesini hem bunu yazarsınız.
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler
Bu Risaledeki Temsiller/Misaller
Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise Kur’an-ı Hakîm’in her bir cümledeki, hey’atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizamı öyle bir tarzda İşaratü’l-İ’caz’da âhirine kadar beyan edilmiştir.
Nasıl bir kumandan-ı a’zam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı a’zam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, her birisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki: “Ey kumandanım! Bir parça mühlet ver ki eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istila ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-safilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular.” der.
Bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen: “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.
Bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer.
Bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve sema, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden…
Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder. Programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar.
Nasıl ki yeknesak, düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lâkin ağacın tenasübünü bozmak için çıkmıyorlar. Belki o ağacın ziynetli tekemmülüne ve cemaline medar olan meyveyi vermek için çıkıyorlar.
Taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın sanatıyla; o nukuş-u âliyeden fehmi kāsır, o sarayın bütün cevahir ve ziynetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hanelerin bir ustası, o saraya girip o kıymettar taşlardaki ulvi nakışları bozup çocukça hevesine göre âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra “Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade maharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var.” dese divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i sanatı gibidir.
Gayet büyük ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farz edelim ki o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmıştır. Malûmdur ki bir ağacın insanın azaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Her bir cüzü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte hiç görülmeyen –ve hâlâ görünmüyor– o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun her bir azasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimat ile doldursa elbette şüphe kalmaz ki o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Elimizdeki saat, sureten sabit görünüyor. Fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ızdırapları vardır.
Bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki o cevherler, bulduğu elmasın tabileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer, başkası murabba bir kehribar bulur ve hâkeza… Her biri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikin muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilata ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bazen inkâr ve tatile kadar giderler.
Bu Risalede Geçen Ayetler
Bkz. 25. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
Bu Risalede Geçen Hadisler
- Risalede Nasıl Geçtiği: لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ (وَ لِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَ فُنُونٌ)
Meali: Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. (Bu dört mânâ tabakasından her birinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.)
Kaynağı: Ebû yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat 1:236
Kaynaklarda geçen şekli: - Risalede Nasıl Geçtiği: Hem bedevî bir edib فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen Müslüman mı oldun?” Dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Kaynağı: Tefsir Ruh-ul Maani - Elusi 4/86
Kaynaklarda geçen şekli: Aynı şekilde - Risalede Nasıl Geçtiği: Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve taraveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz.”
Kaynağı: El-İtkan Fi Ulum-il Kur'an - Suyuti 2/117; El-Hasais-ül Kübra- Suyuti 3/279; Eş-Şifa - Kadı İyaz 1/264;
Kaynaklarda geçen şekli: - Risalede Nasıl Geçtiği: Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş.
Kaynağı: Tefsir-i İbn-i Kesir 3/209; Ed-Dürr-ül Mensur - Suyuti 5/6-7
Kaynaklarda geçen şekli:
Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı
- Alîm
- Allah
- Cebbar
- Cenab-ı Hakk
- Ehad
- Fâtır-ı Hakîm
- Fâtır-ı Zülcelal
- Hafîz
- Hak
- Hakîm
- Hâkim-i Zülcelal
- Hâlık
- Hâlık-ı Zülcelal
- Kādir-i Kayyum
- Kadîr-i Mutlak
- Kadîr-i Zülcelal
- Kadîr-i Zülkemal
- Kahhar
- Kahhar-ı Zülcelal
- Kerîm
- Latif
- Mabud
- Mâlik-i Zülcelal
- Mâlikü’l-mülk
- Mugîs
- Muhyî
- Mutasarrıf
- Müdebbir
- Mün’im
- Mün’im-i Hakiki
- Müntakim
- Mürebbi
- Müsemma-i Zülcelal
- Nakkaş-ı Ezelî
- Padişah-ı Bîmisal
- Rab
- Rahîm
- Rahman
- Rezzak
- Rezzak-ı Hakiki
- Samed
- Sâni'
- Sâni’-i Hakîm
- Sâni’-i Zülcelal
- Sâni’-i Zülcelali ve’l-ikram
- Semî’-i Mutlak
- Sübhan
- Şems-i Ezelî
- Üstad-ı Ezelî
- Vâcibü’l-vücud
- Vahdaniyet
- Vâhid
- Zat-ı Ehad ve Samed
- Zat-ı Kadîr-i Alîm
- Zat-ı Zülcelal
Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Ahmed
- Muhammedü’l-Emin
- Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm
- Ümmi
Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri
- Âlem-i insaniyetin mürebbisi
- Âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi
- Âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı
- Altı biilmelyakîn delil ve bürhan
- Asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden
- Avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası
- Âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi
- Bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmı
- Bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavî
- Bütün insanın bütün hâcat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddes
- Bütün mevcudatın İlahı unvanıyla Allah’ın fermanı
- Bütün semavat ve arzın Hâlık’ı namına bir hitap
- Cihat-ı sittesi parlak
- Evham ve şübehatın zulümatından musaffâ
- Hazret-i Kur’an
- Hedefi ve gayesi bilmüşahede saadet-i ebediye
- İçi bilbedahe hâlis hidayet
- İnsana kitab-ı şeriat, kitab-ı dua, kitab-ı hikmet, kitab-ı ubudiyet, kitab-ı emir ve davet, kitab-ı zikir, kitab-ı fikir
- İnsaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası
- İnsaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi
- İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi
- İsm-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddes
- Kelâm-ı İlahî
- Kelâmullah
- Kitab-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesi
- Kur’an
- Kur’an-ı Azîmüşşan
- Kur’an-ı Hakîm
- Kur’an-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyan
- Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan
- Kur’an-ı Mübin
- Mahzen-i mu’cizat
- Makamı ve revacı bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavî
- Meyvesi bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan
- Mu’cize-i kübra-yı Ahmediye (asm)
- Nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi
- Nokta-i istinadı bi’l-yakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî
- Rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniye
- Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâleme
- Sağı bi’t-tecrübe teslim-i kalp ve vicdan
- Saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliye
- Solu biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an
- Sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı
- Uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuası
- Üstü bizzarure envar-ı iman
- Zat ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kātı’ı, tercüman-ı sâtıı
- Zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı
Bu Risalede Geçen Salavatlar
- اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ
Meali: Allahım, Ona ve âline rahmet et. - اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ اَفْضَلَ وَ اَجْمَلَ وَ اَنْبَلَ وَ اَظْهَرَ وَ اَطْهَرَ وَ اَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَ اَكْرَمَ وَ اَعَزَّ وَ اَعْظَمَ وَ اَشْرَفَ وَ اَعْلٰى وَ اَزْكٰى وَ اَبْرَكَ وَ اَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ وَ اَوْفٰى وَ اَكْثَرَ وَ اَزْيَدَ وَ اَرْقٰى وَ اَرْفَعَ وَ اَدْوَمَ سَلَامِكَ صَلَاةً وَ سَلَامًا وَ رَحْمَةً وَ رِضْوَانًا وَ عَفْوًا وَ غُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَ تَزٖيدُ بِوَابِلِ سَحَائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَنْمُوا وَ تَزْكُوا بِنَفَائِسِ شَرَائِفِ لَطَائِفِ جُودِكَ وَ مِنَنِكَ اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لَا تَزُولُ اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لَا تَحُولُ عَلٰى عَبْدِكَ وَ حَبٖيبِكَ وَ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ النُّورِ الْبَاهِرِ اللَّامِعِ وَ الْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ وَ الْبَحْرِ الذَّاخِرِ وَ النُّورِ الْغَامِرِ وَ الْجَمَالِ الزَّاهِرِ وَ الْجَلَالِ الْقَاهِرِ وَ الْكَمَالِ الْفَاخِرِ صَلَاتَكَ الَّتٖى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ كَذٰلِكَ صَلَاةً تَغْفِرُ بِهَا ذُنُوبَنَا وَ تَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا وَ تُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا وَ تُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا وَ تُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا وَ تُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَ اَفْكَارَنَا وَ تُصَفّٖى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فٖى اَسْرَارِنَا وَ تَشْفٖى بِهَا اَمْرَاضَنَا وَ تَفْتَحُ بِهَا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا
Meali: Allah'ım! Cömertlik ve ikramınla yüklü bulutların çoşkun yağmurları gibi devam edip artan; cömertlik ve in'amlarının değerli, enfes ve latîf tecellileriyle gelişip çoğalan; ezeliyetine münasip tarzda kesilmeyen ve ebediyetine lâyık şekilde sona ermeyen en üstün, en güzel, en yüce, en zâhir, en temiz, en hoş, en iyi, en değerli, en aziz, en büyük, en şerefli, en yüksek, en pâk, en mübârek ve en latîf salâvatın; ve en mükemmel, en fazla, en ziyâde, en yüksek, en yüce ve en devamlı selâmın; bir salât ü selâm, bir rahmet ve rıza ve bir af ve mağfiret manasında; göz kamaştıran parlak nur, pek kesin delil, uçsuz bucaksız bir deryâ, aydınlığı pek şiddetli nur, pek parlak güzellik, pek üstün heybet, fevkalâde mükemmel ve yarattıklarının en hayırlısı, kulun, habîbin ve resulün olan Muhammed'in üzerine olsun. Senin yüce zâtına yakışır şekilde Ona ve aynı şekilde Onun âl ve ashâbına salât et. Allah'ım, bu salâvat sebebiyle günahlarımızı bağışla, gönlümüze ferahlık ver, kalplerimizi temizle, ruhlarımızı rahatlat, sırlarımızı pak eyle, kalbimizden geçenleri ve düşüncelerimizi arındır, sırlarımızdaki bulanıklığı berraklaştır, hastalıklarımıza şifa ver, kalplerimizin kilitlerini aç.
Bu Risalede Geçen Dualar
Bu Risalede Geçen Zikirler
- سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ شَأْنَكَ
Meali: Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın. - اَلْعَظَمَةُ لِلّٰهِ وَ الْقُدْرَةُ لِلّٰهِ
Meali: Azamet Allah'ındır, Kudret Allah'ındır - بَارَكَ اللّٰهُ ، مَاشَاءَ اللّٰهُ ، فَتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
Meali: Allah'ın şanı ne yücedir! Allah dilediğini yapar! Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir! - تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
Meali: Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir! - Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.
- اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ الْوَاحِدِ الْاَحَدِ
Meali: Zatında, sıfatlarında tek ve bir olan Allah'a iman ettim.
Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler
- Ayet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya “Yasaktır!” der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız.” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz!” emreder.
- Kur’an’ın her bir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi i’caz ve hidayet nurunu neşir ile küfür ve gaflet zulümatını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen kendini, Kur’an’ın nüzulünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farz et.
Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler
- Ali’den alıp Veli’ye vermek
- Beş para etmemek (beş paraya saymamak)
- Yılanın başını ezmek
- خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ (Meali: İstediğin her şey için Kur’an’dan her ne istersen al)
Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler
- Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitap ediyor.
- Muhal bir şeyi nefyetmek, zahiren faydasız olduğundan belâgatta medar-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur.
- Bir büyük âmir, raiyetine pederane şefkatle bakar.
- O fezlekeler, ya esma-i hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki âyetin tekid ve teyidi için fezlekeler yapar.
- İstidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse bütün verilmiş.
- Sebepler çendan nazar-ı zahirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var.
- Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır… “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”
- Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilen bahseder… Kur’an ise dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar.
- Dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün [ZAMAN: (1) Gece/gündüz - saniye (2) Sene - dakika (3) Asır - saat / MEKAN: (4) Cevv-i hava - saniye (5) Yer yüzü - dakika (6) Dünyanın içi - saat (7) Sema - hafta] üzerinde bina edilmiştir.
- (Dünya) hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küdûret peyda edip âhirete perde olmuştur.
- Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini, bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin muvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş. Hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i muvazene ile cem’etmiştir.
- Âyet-i kerîme ise her birisi birer asâ-yı Musa gibi her yerde suyu çıkarabilir, her şeyden bir pencere açar.
- Nasıl bütün mu’cizat-ı enbiya, Kur’an’ın bir nakş-ı i’cazını göstermiştir; öyle de Kur’an, bütün mu’cizatıyla bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olur. Ve bütün mu’cizat-ı Ahmediye (asm) dahi Kur’an’ın bir mu’cizesidir.
- Kur’an’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir.
- Bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.” İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
- O muvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.
- İzdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.
- Bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede yeise düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkeğe kâfi gelmediğinden medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur.
- Hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibarıyla(dır)
- Gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.
- Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder.
- Edep ve belâgat, tesir-i üslup itibarıyla ya hüzün verir ya neşe verir.
- Kur’an’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’an’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa Kur’an’ı tanzir edemez.
- Küre-i zeminin karnında bazı inkılabat ve imtizacatın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazatı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini…
- Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder
- Cazibeyi tevlid için güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş
- Pek çok yerlerde Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok manaları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun.
- Ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûlü’d-din ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmaıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur’an’ın manalarındandırlar.
- Âyetlerin çoğu her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu her birisi birer küçük Kur’an’dır.
- Her bir sure, birer küçük Kur’an hükmüne, hattâ her bir uzun âyet, birer kısa sure makamına geçer.
- Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi Besmele’de münderic
- Âyât-ı Kur’aniyede öyle bir câmiiyet var ki her derde deva, her hâcete gıda olabilir.
- Îcaz-ı Kur’anî … pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmî fehimlere merhameten basit bir cüzüyle, hususi bir hâdise ile gösteriyor.
- (Kur'an) Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilaf ettikleri bahislerde, musahhihane hakikat-i vakıayı faslediyor.
- Nakil ise kıraat ve kitabet ehline mahsustur.
- Bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hazıra
- Medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet ve menfî milliyet” bilir. Gayesi, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcat-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı “lehviyat”tır. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür.
- Şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki bütün mehasiniyle beraber beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.
- Hikmet-i Kur’aniye ise nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakk”ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına set çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe’ni ise ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.
- تَنَزُّلَاتٌ اِلٰهِيَّةٌ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ (Meali: Cenâb-ı Hakkın kullarının anlayış seviyesine göre konuşması) (EI-Yevakıt Vel-Cevahir - Şa'rani 2/31)
- Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.
- Her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var.
- Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dahi olur. Kavl ile fiil ile nasihat ile de oluyor.
- Ekser âyât-ı Kur’aniyenin her birisi ekser âyâtın her birisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır
- Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz.
- Zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur.
- Bir harf kâtipsiz olmaz.
- Bir çocukla konuşulsa çocukça tabirat istimal edilir.
- Hayat-ı hayvaniye ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı, dağlardır.
Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler
- Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da cehennemde idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz yahut can ve malınız helâkettedir.”
- Fıtratınız bozulmuş mu ki en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
- Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتٖى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُ işaretiyle cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, cehenneme gidiniz!
- Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
- Allah’ın akılsız hayvanları çoktur, de.
- Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır.
- Evet, envar-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelal’inin kelâmı olan Kur’an’ın melaike-misal zîhayat kelimatı nerede? Beşerin hevesatını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede?
Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler
- Sözü az söyler, tâ uzun olsun.
- Mademki yapar ve bilir, elbette konuşur. Madem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur’an’dır.
- Kâinatın Hâlık’ından başka kim var ki bu derece kâinat ve Hâlık-ı kâinat’la ciddi alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelal’i kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun.
- Kur’an’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.
- Peygamber size evladım dese risalet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibarıyla pederiniz değil ki aldığı kadınlar ona münasip düşmesin.
- Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır.
- Size böyle nimet eden zat, sizi başıboş bırakmaz ki kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.
- O zat bir abddir, bir mi’rac-ı cüz’îde seyahat eder. Fakat bu abdde bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendi zatını bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder.
- Taklit suretinde çiçek resimleri; hakiki, hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz.
- Şu risalenin başından şimdiye kadar tahkik namına bîtarafane muhakeme suretinde, Kur’an’ın i’cazını muannid bir hasma kabul ettirmek için Kur’an’ın çok hukukunu gizli bıraktık… Şimdi ise tahkik namına değil, hakikat namına bir iki söz ile Kur’an’ın muvazeneye gelmez hakiki makamına işaret edeceğiz.
- Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerîm!
- Beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz.
- Hakikat-i mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.
- Muaraza-i bi’l-huruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bi’s-süyufa mecbur oldular.
- Kur’an’ın belâgatındaki i’caz, kat’iyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur
- Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister.
- Hiçbir şeyi hiçbir kimseyi taklit etmemiş. Hiç kimse de onu taklit edemiyor.
- Umuma göz görecek derecede ispat edemediğimiz için o kapıyı açamayız
- Davamız mücerred değil, her birisi bürhan-ı kat’î ile müberhendir.
- Kur’an, güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zat için bahsediyor.
- Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u İlahîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adalet varsa o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.
- Risaletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki hakkaniyette makam-ı tazim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor.
- Beyan-ı Kur’an’dan sonra beyan olamaz ve hâcet kalmaz. (İhya-u Ulum-id Din 1/105)
- Vücudu vâcib ve daim, bekası ezelî ve ebedî, zatı cismaniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzi ve tekessürden münezzeh ve müberra ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zat-ı Zülcelal
- Kur’an-ı Kerîm, öyle bir maide-i semaviyedir ki binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar.
Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar
- Abdullah bin Sa'd bin Ebi Serh: Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. (Diğer rivayetlerde bu katip Hz. Ömer, Zeyd Bin Sabit veya Muaz Bin Cebel'dir.)
- Abdülkahir-i Cürcani: İlm-i beyan ve fenn-i maânî ve beyanînin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sabit olduğu halde
- Absürdizm: Veyahut kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar?
- Adem (as): Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavun’un garkına,…
“Hazret-i Âdem’in hilafet meselesinde, melaikelere rüçhaniyetine medar onun ilmi olduğu” olan bir hâdise-i cüz’iyeyi zikreder. - Aleviler: Evet, çoklar var ki büyüklerine ve mürşidlerine itimat edip tembellik eder. Hattâ bazen “Namazımız kılınmış.” der. (Bir kısım Alevîler gibi.)
- Berahime: Veyahut Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükema-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar?
- Budeiler: Veyahut gayb-aşinalık dava eden Budeîler…
- Cahız: Muaraza-i bi’l-huruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bi’s-süyufa mecbur oldular.
- Evs Bin Samit: Hattâ en cüz’î bir macera olan ve zevcinden teşekki eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden davasını ve Cenab-ı Hakk’a şekvasını umûr-u azîme suretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.
- Fatıma: Felillahi’l-hamd Hazret-i Fatıma’nın nesl-i mübareği, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar.
- Firavun: Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrutların âkıbetleri malûmdur.
Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavun’un garkına,…
Firavun, vezirine emreder ki: “Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa’nın (as) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir ilah var mıdır?”
Mesela فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavun’a der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim.” - Habil ve Kabil: Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavun’un garkına,…
- Haman: Firavun, vezirine emreder ki: “Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa’nın (as) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir ilah var mıdır?”
- Hasan: Felillahi’l-hamd Hazret-i Fatıma’nın nesl-i mübareği, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar.
- Havle Binti Sa'lebe: Hattâ en cüz’î bir macera olan ve zevcinden teşekki eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden davasını ve Cenab-ı Hakk’a şekvasını umûr-u azîme suretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.
- Hüseyin: Felillahi’l-hamd Hazret-i Fatıma’nın nesl-i mübareği, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar.
- İmam-ı Rabbani: İmam-ı Rabbanî, surelerin başındaki mukattaat-ı huruf ile çok muamelat-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbaratını görmüştür ve hâkeza…
- İsa (as): Zaman-ı Musa aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsa aleyhisselâmda tıp revaçta idi.
Daha mutavassıt bir tabaka, şundan “İsa aleyhisselâmın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir.” - İsrafil: Zat-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi?
- Mecusiler: Hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilah tevehhüm eden Mecusiler…
- Muattıla: (Allah'ın sıfatlarını inkar edenler) Veyahut Hâlık’ı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki Kur’an’ı dinlemiyorlar?
- Muhyiddin-i Arabi: Mesela, Muhyiddin-i Arabî الٓمٓ غُلِبَتِ الرُّومُ Suresi’nde pek çok ihbarat-ı gaybiyeyi bulmuştur.
- Musa (as): “Musa aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki Musa aleyhisselâmın bütün mu’cizatına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?”
Zaman-ı Musa aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsa aleyhisselâmda tıp revaçta idi.zbr />Hem mesela, kısas-ı Kur’aniyeden kıssa-i Musa aleyhisselâm, âdeta asâ-yı Musa aleyhisselâm gibi binler faydaları var.
Sonra Hazret-i Musa aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle şu dava-yı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, Musa aleyhisselâmın dahi davasıdır.
Kur’an’da çok tekrar edilen kıssa-i Musa aleyhisselâmın cümleleri ve cüzleridir ki her bir cümlesi, hattâ her bir cüzü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. - Mutezile: Veyahut aklı hâkim yapan mütehakkim Mutezile gibi kendilerini Hâlık’ın işlerine rakip ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal’i mes’ul tutmak mı istiyorlar?
Ulema-i ilm-i kelâm, Kur’an’ın şakirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur’an’ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î ispat ve ciddi ikna edememişler. - Müseylime-i Kezzab: Halbuki muarazaya dair Müseylime-i Kezzab’ın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemale mâlik olan beyan-ı Kur’an’a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir.
Farz-ı muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklitkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlık-ı Zülcelal’ini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa elbette binler taklit emareleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. - Nemrut: Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrutların âkıbetleri malûmdur.
- Nuh Kavmi: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semavat ve arza emir vermiş.
- Sabiiyyun: …yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, …
- Sekkaki: İlm-i beyan ve fenn-i maânî ve beyanînin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sabit olduğu halde
- Velid Bin Muğire veya Utbe Bin Rebia: Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve taraveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz.”
- Yahudiler: Benî-İsrail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir firavun zamanında yapılan bir hâdise unvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.
- Yusuf (as): İşte Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder.
- Zemahşeri: İlm-i beyan ve fenn-i maânî ve beyanînin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sabit olduğu halde
- Zeyd Bin Harise: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı veya “veledim” hitabına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş.
- Zeynep Binti Cahş: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı veya “veledim” hitabına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş.
Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler
- Ceziret-ül Arap: Çünkü Ceziretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmi idi.
- Kabe: “Muallakat-ı Seb’a” namıyla yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
- Kab-ı Kavseyn: Bu seyahat-i cüz’îde, bir seyr-i umumî, bir urûc-u küllî var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar,…
- Mescid-i Aksa: Kur’an, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mi’racının mebdei olan Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyeranını zikrettikten sonra…
- Mescid-i Haram: Kur’an, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mi’racının mebdei olan Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyeranını zikrettikten sonra…
- Mısır: Mısır firavunlarının an’anesinde hüküm-ferma bir düstur-u acibi ifade eder.
Seni ilim ve hikmetle Mısır’a hem aziz bir reis hem âlî bir nebi hem hakîm bir mürşid etmek - Muallakat-ı Seb'a: “Muallakat-ı Seb’a” namıyla yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
- Sidret-ül Münteha: Bu seyahat-i cüz’îde, bir seyr-i umumî, bir urûc-u küllî var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar,…
Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler
- Mübahele: İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz’î bir hâdise unvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehud’un tâ kıyamete kadar lisan-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.
- Nuh Tufanı: İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikiyle birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder.
Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavun’un garkına,…
İlgili Resimler/Fotoğraflar
İlgili Maddeler/Kategoriler
- Sözler: 25. Söz'ün içinde olduğu büyük kitap
- 25. Söz'de Geçen Ayetler Listesi
- Zülfikar: Esas olarak 19. Mektup, 10. Söz ve 25. Söz'den oluşan büyük kitap
- Mu'cizat-ı Kur'aniye (Küçük Kitap): 25. Söz ve zeyillerini içeren küçük kitap
Önceki Risale: Yirmi Dördüncü Söz ← Sözler → Yirmi Altıncı Söz: Sonraki Risale
Kaynakça
- ↑ https://risale.online/soru-cevap/risalelerin-telif-tarihleri
- ↑ Tevafukat ise ittifaka işarettir; ittifak ise ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise tevhidi gösterir; tevhid ise Kur’an’ın dört esasından en büyük esasıdır.
- ↑ Haşre dair meşhur Yirmi Dokuzuncu Söz’e, sonra Mi’rac ve zeyli şakk-ı kamere bakar.
- ↑ Medresetü’z-Zehranın maddî tesisine çok maniler bulunduğundan şimdilik Nur şakirdlerinin heyet-i mecmuasının dairesinden ibarettir.