Hüve Nüktesi: Revizyonlar arasındaki fark
Değişiklik özeti yok |
Değişiklik özeti yok |
||
| 4. satır: | 4. satır: | ||
[[Dosya:Hüve Nüktesi.jpg|thumb|left|Hüve nüktesi hakkında Bediüzzaman'ın kendi el yazısıyla yazdığı not: "'Hüve Nüktesi' gerçi derindir, herkes birden kavramaz. Fakat o nükte, tabiiyyunun ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiği gibi muannid feylesofları hayretler içinde bırakıp çoklarını imana getirmiş. Hem o nükte anahtarıyla açılan âlem-i misaldeki seyahat-i maneviye miftahı ile âhiretin bir sineması aynelyakîn görülmüş. Fakat çok ince olmasından neşredilmedi."]] | [[Dosya:Hüve Nüktesi.jpg|thumb|left|Hüve nüktesi hakkında Bediüzzaman'ın kendi el yazısıyla yazdığı not: "'Hüve Nüktesi' gerçi derindir, herkes birden kavramaz. Fakat o nükte, tabiiyyunun ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiği gibi muannid feylesofları hayretler içinde bırakıp çoklarını imana getirmiş. Hem o nükte anahtarıyla açılan âlem-i misaldeki seyahat-i maneviye miftahı ile âhiretin bir sineması aynelyakîn görülmüş. Fakat çok ince olmasından neşredilmedi."]] | ||
'''Hüve Nüktesi''' Bediüzzaman'ın hayatının son dönemlerinde hava ve nur unsurlarında keşfettiği tevhid delillerini izah ettiği derslerinden birisidir. Güzel, manidar, imanî ve hakikatli kelimelerin Allah'ın izniyle içinde yayıldığı, atmosferdeki melek ve ruhanilere ulaştırıp onların işitmesine vesile olan ve daha sonra da arş-ı azam tarafına sevk eden hava sahifesinde maddi cihette yapılan hayali ve fikri bir seyahatte keşfedilen bir tevhid nüktesini beyan eder. Hüve ({{Arabi|هُوَ}}) kadar bir avuç havanın ({{Arabi|هوا}}) her bir zerresinin (yani havanın atomları ve atom altı parçacıkları, yani tüm esir zerreleri) konuşanların tüm seslerini şiveleriyle beraber eksiksiz iletmesinin, ayrıca elektrik, cazibe (çekme), dâfia (itme), ışık gibi sair letif şeyleri nakletmesinin ve aynı zamanda bütün bitki ve hayvanların teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan ihtiyaçlarını da harika intizamla yetiştirmesinin, hatta bu işleri fırtına, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde bile intizamını ve vazifelerini hiç bozmadan yapmasının ancak havanın her bir zerresinin tüm dilleri, şivelerini ve konuşanların yerlerini bilmesiyle ve tüm bu işleri aynı anda yapabilecek bir kudret ve iradeye sahip olmasıyla gerçekleşebileceğini, bu mümkün olmadığından tüm bu işlerin Allah'ın kudretiyle olduğunu ve iman yolunun ne kadar kolay ve dalalet yolunun ne kadar müşkülatlı olduğunu ders verir. Havanın kudret ve kader kaleminin değişken bir sayfası bir levh-i mahfuzun yazar bozar tahtası hükmünde olduğunu beyan eder. | '''Hüve Nüktesi''' Bediüzzaman'ın hayatının son dönemlerinde hava ve nur unsurlarında keşfettiği tevhid delillerini izah ettiği derslerinden birisidir. Güzel, manidar, imanî ve hakikatli kelimelerin Allah'ın izniyle içinde yayıldığı, atmosferdeki melek ve ruhanilere ulaştırıp onların işitmesine vesile olan ve daha sonra da arş-ı azam tarafına sevk eden hava sahifesinde maddi cihette yapılan hayali ve fikri bir seyahatte keşfedilen bir tevhid nüktesini beyan eder. Hüve ({{Arabi|هُوَ}}) kadar bir avuç havanın ({{Arabi|هوا}}) her bir zerresinin (yani havanın atomları ve atom altı parçacıkları, yani tüm esir zerreleri) konuşanların tüm seslerini şiveleriyle beraber eksiksiz iletmesinin, ayrıca elektrik, cazibe (çekme), dâfia (itme), ışık gibi sair letif şeyleri nakletmesinin ve aynı zamanda bütün bitki ve hayvanların teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan ihtiyaçlarını da harika intizamla yetiştirmesinin, hatta bu işleri fırtına, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde bile intizamını ve vazifelerini hiç bozmadan yapmasının ancak havanın her bir zerresinin tüm dilleri, şivelerini ve konuşanların yerlerini bilmesiyle ve tüm bu işleri aynı anda yapabilecek bir kudret ve iradeye sahip olmasıyla gerçekleşebileceğini, bu mümkün olmadığından tüm bu işlerin Allah'ın kudretiyle olduğunu ve iman yolunun ne kadar kolay ve dalalet yolunun ne kadar müşkülatlı olduğunu ders verir. Havanın kudret ve kader kaleminin değişken bir sayfası ve bir levh-i mahfuzun yazar bozar tahtası hükmünde olduğunu beyan eder. | ||
Bediüzzaman ince ve derin olan "Hüve Nüktesi"nin tabiatperestlerin ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiğini ve gizli dinsizlerin buna karşı çare buladıklarını ifade eder. | Bediüzzaman ince ve derin olan "Hüve Nüktesi"nin tabiatperestlerin ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiğini ve gizli dinsizlerin buna karşı çare buladıklarını ifade eder. | ||
05.49, 21 Eylül 2025 tarihindeki hâli
Bu risaleyi 13. Söz'de geçtiği yerde okumak için bu sayfaya ve Kur'an hattı ile okumak için bu sayfaya gidin

Hüve Nüktesi Bediüzzaman'ın hayatının son dönemlerinde hava ve nur unsurlarında keşfettiği tevhid delillerini izah ettiği derslerinden birisidir. Güzel, manidar, imanî ve hakikatli kelimelerin Allah'ın izniyle içinde yayıldığı, atmosferdeki melek ve ruhanilere ulaştırıp onların işitmesine vesile olan ve daha sonra da arş-ı azam tarafına sevk eden hava sahifesinde maddi cihette yapılan hayali ve fikri bir seyahatte keşfedilen bir tevhid nüktesini beyan eder. Hüve (هُوَ) kadar bir avuç havanın (هوا) her bir zerresinin (yani havanın atomları ve atom altı parçacıkları, yani tüm esir zerreleri) konuşanların tüm seslerini şiveleriyle beraber eksiksiz iletmesinin, ayrıca elektrik, cazibe (çekme), dâfia (itme), ışık gibi sair letif şeyleri nakletmesinin ve aynı zamanda bütün bitki ve hayvanların teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan ihtiyaçlarını da harika intizamla yetiştirmesinin, hatta bu işleri fırtına, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde bile intizamını ve vazifelerini hiç bozmadan yapmasının ancak havanın her bir zerresinin tüm dilleri, şivelerini ve konuşanların yerlerini bilmesiyle ve tüm bu işleri aynı anda yapabilecek bir kudret ve iradeye sahip olmasıyla gerçekleşebileceğini, bu mümkün olmadığından tüm bu işlerin Allah'ın kudretiyle olduğunu ve iman yolunun ne kadar kolay ve dalalet yolunun ne kadar müşkülatlı olduğunu ders verir. Havanın kudret ve kader kaleminin değişken bir sayfası ve bir levh-i mahfuzun yazar bozar tahtası hükmünde olduğunu beyan eder.
Bediüzzaman ince ve derin olan "Hüve Nüktesi"nin tabiatperestlerin ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiğini ve gizli dinsizlerin buna karşı çare buladıklarını ifade eder.
Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti
- Hüve Nüktesi derindir ve herkes birden kavramaz fakat tabiatta hakiki tesir olduğunu zannedenlerin ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça etmiş ve inatçı feylesofları hayretler içinde bırakıp çoklarını imana getirmiştir.
- Bediüzzaman Hüve nüktesi anahtarıyla açılan misal aleminin manevi seyahati aracılığıyla âhiretin bir sineması aynelyakîn görür ve gösterir.
- Bu risale çok ince olmasından ilk başta neşredilmemiştir.
- Bediüzzaman, Resmi makamların Risale-i Nur'un büyük kitapları içinde yalnız Gençlik Rehber’ine suç isnad edip kendisine sıkıntı vermelerinin sebebinin Gençlik Rehber’inki Hüve Nüktesi olduğunu kanaatindedir zira Hüve Nüktesinin keşfettiği tevhid sırrı küfr-ü mutlakı kırıp vesveler ve şüpheleri dağıtıyor ve gizli dinsizler buna karşı çare bulamıyorlar.
- Hüve nüktesi zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir tevhid penceresi olduğuna işaretler içerir.
- Hüve Nüktesi çok ince ve kısa olmakla beraber herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir.
- Bediüzzaman'ın mümtaz bir talebesi Hüve Nüktesinin, tahavvülat-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Söz ile Tabiat Risalesi olan Yirmi Üçüncü Lem’a’nın bir nevi hülâsası olabileceği kanaatindedir.
İsimleri, Telifi, Neşri ve Basımıyla İlgili Bilgiler
Diğer İsimleri:
Telif Dili: Türkçe
Telifiyle İlgili Bilgiler: Hüve Nüktesi 1946-1947 yıllarında Emirdağ'ında telif edilmiştir.[1]
Hüve Nüktesini de içeren ve hava ve nur unsurlarındaki tevhid delillerini ders veren "Nur Aleminin Bir Anahtarı" adlı küçük kitap 1953'te telif edilmiştir/derlenmiştir.[2]
Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler: Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle çoğaltılan bu risale ancak 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.
İçeriği:
Uzunluğu: 3 büyük boy sayfa
Ekleri:
Bu Risaledeki Tevafuklar:
Bu Risaleye Gaybi İşaretler:
Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler
- Sözler kitabında 13. Söz'ün Zeyilleri kısmında tamamı mevcuttur.
- Gençlik Rehberi adlı küçük kitapta tamamı mevcuttur.
- Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı büyük kitapta tamamı mevcuttur.
- Nur Aleminin Bir Anahtarı adlı küçük kitapta tamamı mevcuttur.
- Emirdağ-1 Lahikasının eski baskılarında tamamı mevcuttur.
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği
Bu Risalenin Telifi ve Adı Hakkındaki Bahisler
Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler
Hüve Nüktesi Hakkında
“Hüve Nüktesi” gerçi derindir, herkes birden kavramaz.
Fakat o nükte, tabiiyyunun ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiği gibi muannid feylesofları hayretler içinde bırakıp çoklarını imana getirmiş.
Hem o nükte anahtarıyla açılan âlem-i misaldeki seyahat-i maneviye miftahı ile âhiretin bir sineması aynelyakîn görülmüş.
Fakat çok ince olmasından neşredilmedi.
Bedîüzzaman Said Nursî
Aziz, sıddık, mütefekkir kardeşlerim!
Evvela: Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nur’un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber’i musırrane medar-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber’deki “Hüve Nüktesi” olduğunu kat’iyen bildim. Çünkü bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat’î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından intişarına resmî yasak ile set çekmek için çalıştılar.
Bu Hüve Nüktesi’nin bir gün evvel Medresetü’z-Zehranın erkânlarına bir ders nevinden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.
Birinci Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.
Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.
Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.
İkinci Nokta: Nur Risalelerinde denilmiş ki: “Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halk eden zat olabilir.”
Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz’î hücceti şudur ki:
Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyen gösteriyor ki şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cetveli namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile çeşit çeşit şive ile keza hiç tagayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’an’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek.
Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak’ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.
Yoksa temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.
Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve ispat eder.
Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.
İşte Kur’an-ı Hakîm’in manevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikati izahatıyla ispat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو demeye mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatin daimî huzuru bulmak için لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو dedikleri gibi o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor. Belki وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatinin kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:
Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو diye inkâr etmekle, terk-i mâsiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat de yine daimî marifet ve huzuru bulmak için لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو deyip kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi bu zamanda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var.
İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilatıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikate bir nâşir olmuşlar.
Kardeşiniz Said Nursî
Evvela: Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki neşredilen mecmualarımızdan en ziyade Rehber’e ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki “Hüve Nüktesi” gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı olan tabiat tağutunu dağıtmış, kesif toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada –Hüve Nüktesi’nden sonra– hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşâallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm bırakacaklar.
…
Said Nursî
(14. Şua)
Sadisen: “Hüve Nüktesi” pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi.
Ehl-i vukuftan ve Diyanet Riyasetinin müşavirlerinden Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur’un tamam bir takımını bizden istiyorlar. Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz ve Otuz İkinci’nin Birinci Mevkıf’ının başındaki zerre bahsi ve “Hüve Nüktesi” ve Tabiat Risalesi’nin zerre bahsi gibi parçaları, rica suretinde ve hürmetkârane, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevap göndermişler. Güya وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ manasını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada başlayan maddiyyunları susturur.
Müşfik üstadımız efendimiz! Siz sevgili üstadımızdan bize gönderilen ve müdafaatın sonuna ilâve edilen üç kıymettar mektubunuzla Hüve Nüktesi’ni nasıl bulduğumuzu siz sevgili üstadımıza arz etmemizi, bir mübarek kardeşimizle siz sevgili üstadımız emretmişler.
…
Dördüncü mektup olan Hüve Nüktesi ise: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ kelime-i kudsiyeleriyle maddî cihetinde هُوَ lafzında siz sevgili üstadımızın bir seyahat-i hayaliye-i fikriyelerinde, hava sahifesinin mütalaalarıyla görülen zarif bir nükte-i tevhidde; iman mesleğindeki gayet derecede kolaylık ile meslek-i dalaletteki nihayetsiz müşkülat kısa bir işaretle beyan edilmiş.
Kudret-i İlahiyenin bir arşı olan bir avuç toprakta konulan muhtelif tohumların mahiyetlerinde ve emir ve iradenin diğer bir arşı olan havanın bir parçasında neşv ü nema bulan هُوَ lafzında görülen hârikalar, esbaba verildikçe dehşetli müşkülatın zuhuru ve Vâhid-i Ehad’e verildikçe fevkalâde suhuletin vücudu hem ehl-i dalaletin hususan maddiyyun ve tabiiyyun meslek erbabına hem ehl-i imana gayet şirin, gayet güzel, gayet hoş hem gayet mukni ve müskit bir şekilde ispat edilerek bir risale kadar kıymeti bulunan hususan tahavvülat-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Söz’le, Tabiat Risalesi olan Yirmi Üçüncü Lem’a’nın bir nevi hülâsası olabilir kanaatini bize veren bu kıymettar yazılarınızla Risale-i Nur baştan başa her okuyanı hem tenvir edip yükseltiyor hem sevgili üstadımıza nihayetsiz minnettarlıklara vesile oluyor.
Hüsrev
(14. Şua)
Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp Siracünnur’un âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki münâcatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehber’deki Hüve Nüktesi gibi bu münâcat da Siracünnur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.
Bu Risaleye Atıflar
“Hüve Nüktesi”nin Âhirinde Bu Parça Yazılacak
Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.
Hem Levh-i Mahfuz’un hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçücük numunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malûmatın yazılması kat’î ispat eder ki o iki kuvvenin numune-i ekber ve a’zamları, âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz’dur.
Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’î bilindi.
Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
Kardeşiniz Said Nursî
Sadisen: “Hüve Nüktesi” pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin âhirlerinde “Her zerre, cezbedarane hal diliyle
deyip gezer.” cümlesine “hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla” kelimeleri ilâve edilecek.
Bu “Hüve Nüktesi” ile Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Beşinci Kısmı olan اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyeti münasebetiyle bir seyahat-i hayaliye ve yine Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Kısmı’nda yalnız “Nun-u Na’büdü” kapısıyla cemaat sırrını gösteren seyahat-i hayaliye dahi beraber Sikke-i Gaybiye’nin âhirine veyahut münasip gördüğünüz yere konulsun. Eğer “İnayat” Sikke-i Gaybiye’ye konulmamış ise onun da bir hülâsasını dercedilmesini size havale ediyorum.
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!
Evvela: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi’rac Gecesinde, Fahr-i kâinat ve netice-i hilkat-i âlem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, huzur-u İlahîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, her bir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu ve bundan evvel “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu’cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:
Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususi dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususi dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı’nda ilm-i İlahî mebhasında اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ … اِلٰى اٰخِرِ nin küllî manaları ruhuma gelip öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususi dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.
Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.
Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.
Sonra herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.
Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.
Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekellah dediren bütün haletler ve sanatlar Zat-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk’a, huzuruyla hediye ediyor.
Sonra herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Cenab-ı Hakk’a اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”
Çünkü “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde denildiği gibi: Ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak her şeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tammeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle o zerrelerin her biri, Sâni’-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.
Demek, zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, mi’rac-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâmda اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.
Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden nâr ile nur unsuru yani hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor.
Yani “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.
Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var.
Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zat-ı Kadîr-i Zülcelal’indir. Çünkü nur, aynen vücud ve hayat gibi kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki “Hüve Nüktesi” hâşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar numunelerinden iki küçük numunesinden:
Birisi: Manevî nurun –ilim suretinde– beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak’ın ilim ve hikmet ve kudreti ile o Levh-i Mahfuz’un bir numunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.
İkinci cüz’î ve küçücük bir numunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lambasının acib vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar bunu, bir sofestaîye de kabul ettiremezler (Hâşiye[3]). Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan ve Nuru’n-Nur ve Hâlıku’n-Nur ve Müdebbiru’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelal’in ve Allâmü’l-guyub’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak. İşte bu iki numuneye kıyasen hadsiz numuneler var.
İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zat-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi; netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) dahi namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.
Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm biadedi zerrati’l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra –Risale-i Nur’da izah edildiği gibi– Cenab-ı Hak اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَ عَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحٖينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine hem ümmetine hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip bütün mahlukatın mebusu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.
Ümmeti ise her namazda اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harap olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususi dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
İşte aklı başında her bir adam ruhsuz, kalpsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın Mi’rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın cennetteki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına hem mahlukatın hakiki kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatin lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuâı olmasındandır.
Said Nursî
وَ يُمٖيتُ dur. Bunun hüccetine gayet kısa bir işaret:
Evet, görüyoruz ki güz mevsiminde üç yüz bin nevi zîhayat vefat namıyla terhis edilirken, her bir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin kutucukları ve işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları olan tohumlarını onların yerlerinde Hafîz-i Zülcelal’in yed-i hikmetine emanet edildiğini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer ruh-u bâki gibi incir ağacının bütün kavanin-i hayatiyesini taşıyan ve bir kitap kadar kuvve-i hâfızada yazı misillü ağacın tarihçe-i hayatını onda kader kalemiyle yazan, büyük bir kitap hükmüne getiren bir Hallak-ı Hakîm, bir Hayy-ı Lâyemut’u tanımayan; elbette değil ahmak bir insan ve divane bir hayvan belki cehennem ateşini karıştıran bir serseri şeytandan daha bedbaht ve ebedî ölüme mahkûm olur.
Evet, bu kelimelerin hüccetlerine işaret eden küllî, ihatalı ve hadsiz hârika ve nihayetsiz hârikaları, mu’cizeleri ihtiva eden bu mezkûr hakîmane ef’al, fâilsiz olmaları yüz derece muhal ve bâtıl olduğu gibi; kör, âciz, şuursuz, sağır, camid, karmakarışık, intizamsız, karışık, istilacı olan esbaba isnad etmek bin derece mümteni, esassızdır.
Yoksa toprağın her bir zerresinde hadsiz bir kudret, bir hikmet ve bütün otlar ve çiçeklerin teşkilatına dair pek hârika ve küllî bir sanatkârlık bulunmak; havanın her bir zerresinde –Rehber’deki Hüve Nüktesi’nin dediği gibi– bütün konuşmaları ve telefon ve radyoların kelimelerini bilecek ve sair zerrelere ders verecek bir kabiliyet bulunmak lâzım gelir. Bu acib fikri ise hiçbir şeytan, hiçbir kimseye kabul ettiremez.
Ve bu derece akıldan, hakikatten uzak ve bütün mevcudata karşı bir tahkir ve tecavüz olan küfür ve inkârın cezası ancak dehşetli cehennem olabilir ve ayn-ı adalettir. Elbette öyle münkirler için “Yaşasın cehennem!” dememiz lâzım.
(15. Şua)
Bu Risaledeki Tevafuklar
Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler
Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım
Diğer Bahisler
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler
Mesela, bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek, bütün esbab toplansa tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika sanata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp muvakkat kendilerini aldatıyorlar.
Mesela, On Dördüncü Söz’ün Zeyli’nin hâşiyesinde denildiği gibi: Pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam, o odun parçasını gösterip dese “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat ve dalalette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi…
Aynen öyle de çam ve incir ağacı gibi binler hârika sanatları tazammun eden bir mu’cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip: “Bunlar bundan olmuş.” demek veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlahiyenin bir muaccel (Hâşiye[4]) numunesi ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı namını vermek ile o yüz bin nimetlere küfran perdesini çekmek –aynen o misal gibi– maddiyyunların ve ehl-i dalaletin hadsiz bir divanelikleridir ki hadsiz bir cinayet olup hadsiz bir azaba onları müstahak eder.
Bu Risaledeki Temsiller/Misaller
Bu Risalede Geçen Ayetler
- İhlas 1
Bu Risalede Geçen Hadisler
Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı
- Ehadiyet
- Hâlık
- Sâni
- Sâni’-i Zülcelal
- Vahdaniyet
- Vâhidiyet
Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları
- Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan
Bu Risalede Geçen Salavatlar
Bu Risalede Geçen Dualar
Bu Risalede Geçen Zikirler
- لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
Meali: Allah'tan başka ilah yoktur
Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler
Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler
Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler
- Emir ve iradenin bir arşı olan hava
Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler
Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler
Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar
İlgili Resimler/Fotoğraflar
İlgili Maddeler/Kategoriler
- Nur Aleminin Bir Anahtarı: Hüve Nüktesini de içeren ve hava ile nur unsurlarındaki tevhid delillerini ders veren küçük kitap
- Otuzuncu Söz: Zerrelerin hareketindeki tevhid delillerini ders veren risale
- Yirmi Üçüncü Lem’a: Toprak zerrelerinin ancak Cenab-ı Allah'ın kudretiyle bu harika mevcudatı netice verebileceğini izah eden risale
Kaynakça
- ↑ https://sorularlarisale.com/huve-nuktesi-nerede-hangi-tarihte-ve-ne-maksatla-telif-edilmistir
- ↑ https://www.kastamonur.com/risale-i-nurun-telif-tarihleri-ve-mekanlari/
- ↑ Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Mesela, bu elektrik kuvveti imiş deyip o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip Ebucehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar.
İşte irade-i İlahiyenin namuslarının unvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip tenvirdeki hârika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar. - ↑ Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.