Onuncu Söz: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Gezinti kısmına atla Arama kısmına atla
Turker (mesaj | katkılar)
Turker (mesaj | katkılar)
Değişiklik özeti yok
1.163. satır: 1.163. satır:


==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
İşte nasıl bir gece adamı ki hiç güneşi görmemiş. Yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor.
Öyle de veraset-i Ahmediye (asm) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a’zamı ve kıyamet-i kübrayı taklidî olarak kabul eder “Aklî bir mesele değildir.” der. Çünkü hakikat-i haşir ve kıyamet, [[İsm-i Azam|ism-i a’zamın]] ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalp ile kabul eder.
İşte şu sırdandır ki haşir ve kıyameti en a’zam mertebede, en ekmel tafsilatla Kur’an zikrediyor ve [[İsm-i Azam|ism-i a’zamın]] mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en a’zam bir derecede, en geniş bir tafsilatla ders vermemişler. Hem şu sırdandır ki bir kısım ehl-i velayet bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmasında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki marifetullahta derecat-ı ârifîn çok tefavüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar şu hakikatten inkişaf eder.
([[Risale:24._Söz#İkinci_Dal|24. Söz]])


==Bu Risaledeki Temsiller/Misaller==
==Bu Risaledeki Temsiller/Misaller==

04.02, 19 Ekim 2025 tarihindeki hâli

Önceki Risale: Dokuzuncu SözSözlerOn Birinci Söz: Sonraki Risale

Bu risaleyi okumak için Onuncu Söz okuma sayfasına, Kur'an hattı ile okumak için Onuncu Söz (Kur'an Hattı) sayfasına ve bu addaki küçük kitap için Haşir Risalesi (Küçük Kitap) sayfasına gidin

1928'de basılan nüshanın kapağı

Onuncu Söz ya da diğer adıyla Haşir Risalesi Bediüzzaman'ın Isparta Vilayetinin 1 Mart 1927 tarih ve 81 numaralı resmi yazısıyla zorunlu ikamet etmek üzere gönderildiği[1] Isparta İlinin Eğridir kazasının Barla nahiyesinde telif ettiği ilk eserlerdendir ve Sözler kitabının 10. risalesidir. Rum suresinin "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir." mealindeki 50. ayeti başta olmak üzere Haşir ve Âhiret hakkındaki ayetleri 12 suretten oluşan uzunca bir temsil ve on iki hakikat ile tefsir eder ve öldükten sonra dirilmenin, Âhiretin, Cennet ve Cehennemin ve baki hayatın varlığını ispat eder.

Bediüzzaman, İbn-i Sina gibi bir dâhinin haşir hakkında “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” dediğini ve bütün İslâm alimlerinin “Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir, akıl ile ona gidilmez” diye ittifakla hükmettiklerini hatırlatarak Haşr-i a’zamın, ism-i a’zamın tecellisiyle olması sebebiyle aklın dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına âciz kalıp taklide mecbur olduğunu ve aklın tek başına o yolda gidemediğini izah eder. Haşrin ancak Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle görünen büyük fiillerin görülmesi ve gösterilmesiyle bahar gibi kolay ispat edilebileceğini, 10. Söz Risalesinin bu şekilde ders verdiğini ve İbn-i Sina gibi zatların dehasıyla yetişemediği hakikatları avamlara da çocuklara da bildirdiğini söyler.

Bediüzzaman fikir hürriyeti döneminde ve 1. Dünya Savaşının sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıkların fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda (Mesela Komünist Zekeriya Sertel ve arkadaşlarının çıkardığı “Resimli Ay Mecmuası”nda zamanın şöhretli isimlerine “Ahirete inanıyor musunuz?” şeklindeki tek soruluk anket mevcuttu[2]) Onuncu Söz'ün çıkıp matbaada basılan bin nüshasının etrafa yayıldığını, milletvekillerinin, valilerin ve büyük memurların ellerinde gezdiğini, onu gören herkesin kemal-i iştiyak ve merakla okuduğunu ve zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırıp onları susturduğunu söyler.

10. Söz'ün yüzlerce ayetten süzülen bir ders olduğunu belirten Bediüzzaman bu risaleye çok ehemmiyet vermiştir. Risale-i Nur'da en çok atıfta bulunulan risalelerdendir. Hatta talebelerine Onuncu Söz'ün en kuvvetli ve en parlak bürhanlarından olan Dokuzuncu Hakikatının ezber edilinceye kadar mütalaa edilmesini tavsiye eder. Bu risale Kur'an hattının yerine Latin hattını getiren, Kur'an hattıyla kitap basımını yasaklayan ve 1 Kasım 1928'de TBMM'de kabul edilen yasadan önce Kur'an harfleriyle basılabilmiş ilk ve tek risaledir. 10. Söz zeyilleriyle beraber Haşir Risalesi adıyla küçük bir kitap olarak da ayrıca neşredilmiştir.

Not: Diğer risalelerden alınan 10. Söz'ün zeylleri ile ilgili tüm bilgiler için kitapta geçen risalelerin kendi madde sayfalarına bakılabilir.

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti

  • Mesnevi-i Nuriye'deki Arapça Lasiyyemalar risalesi 10. Söz'ün esasıdır.
  • Alimlerin Haşre akıl ile gidilemez demesine karşılık 10. Söz, Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamı ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle görünen büyük fiilleri görüp göstererek Haşri bahar gibi kolay ispat etmiş ve İbn-i Sina gibi zatların dehasıyla yetişemediği hakikatları avamlara da çocuklara da bildirmiştir.
  • Bediüzzaman, Cenab-ı Allah'ın bu yüksek yolu rahmetiyle ve Kur’an'ın feyziyle bu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmemiz gerektiğini, zira imanımızın kurtulmasına kâfi geldiğini ve anladığımız miktarına memnun olup tekrar mütalaa edip daha fazla istifadeye çalışmamız gerektiğini söyler.
  • Onuncu Söz yüzlerde ayetten süzülmüş katrelerdir.
  • Ekser ehl-i küfrün imanî hakikatları akıldan uzak görüp inkâr etmesine karşılık Haşir Sözü hakiki muhaliyet ve akıldan uzaklığın küfür yolunda olduğunu, hattâ vücub derecesinde kolaylığın iman yolunda olduğunu gösterir.
  • Fikir hürriyeti döneminde ve 1. Dünya Savaşının sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıkların fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıkıp matbaada basılan bin nüshası etrafa yayılmış, milletvekilleri, valiler ve büyük memurların ellerinde gezmiş, onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okumuş ve böylece 10. Söz zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırıp onları susturmuştur.
  • Bediüzzaman, dinsizlerin haşr-i cismanîyi resmen inkâr etmek istedikleri dönemde Onuncu Söz'ün iktidar ve ihtiyarı haricinde yazdırıldığı kanaatindedir.
  • 10. Söz'ün kıymeti tam takdir edilmemiştir. Bediüzzaman kendi kendine elli defadan fazla bu risaleyi mütalaa etmiş, her defasında zevk almış ve okumaya ihtiyaç hissetmiştir. Bu risale ulûm-u imaniyeden olduğundan bu tür nevi ilme her vakit ihtiyaç vardır.
  • Bediüzzaman bu risaleye dikkatleri çekmek istediğini, ama elinden bir şey gelmediğini, Cenab-ı Hakk'ın merhametinden bir tevafuk işareti verdiğini beyan eder.
  • Bediüzzaman'ın manevi evladı, en fedakar talebesi ve en cesur arkadaşı olan yeğeni Abdurrahman'ın eline Üstadı ve amcası Bediüzzaman'dan ayrıldıktan 8 sene sonra 10. Söz geçer. Çok istifade eder ve amcasına 3 zahir keramet içeren bir mektup yazar. 3 ay sonra da vefat eder.
  • Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir.
  • Onuncu Söz ve Yirmi İkinci Söz'dekiler gibi Risale-i Nur'daki hikâyeleri kinaiyat kısmındandır. Gayet sadık bu hikâyelerin sonlarındaki hakikatler o hikâyelerin kinai manalarıdır. Asıl manaları dürbün hükmünde bir temsildir. Umumun anlayabilmesi için lisan-ı hal, lisan-ı kāl suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.
  • Risaleler mükemmel bir kaynak olabilir ve farklı risalelerde iman rükünlerinin her birisine dair geçen parçalar toplansa mükemmel bir izah, hâşiye ve şerh olabilir. Nitekim Bediüzzaman 10. Söz'ün sonuna bu şekilde 5 parça ekletmiştir.
  • Lafzullahın (Allah kelimesinin) en birinci harfi olan elif Onuncu Söz’de tesadüfe havale edilemeyecek derecede bir tevafuk göstermiştir ve Bediüzzaman o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen hissettiğini beyan etmiştir.
  • 10. Söz'deki her bir “Hakikat” üç şeyi birden, hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.
  • 10. Söz hem İsm-i a’zamdan hem de her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eden haşr-i a’zamı ispat ediyor.
  • Onuncu Söz’ün hakikatları kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişilebilir.
  • Nur talebelerinden Veli Efendi Onuncu Söz basıldıktan sonra nüshalarını tehlikeden muhafaza için birkaç ay hanesinde saklamıştı.

İsimleri, Telifi, Neşri ve Basımıyla İlgili Bilgiler

Diğer İsimleri: Haşir Risalesi, Haşir bahsi, Haşir Sözü

Telif Dili: Türkçe

Telifiyle İlgili Bilgiler: Said Nursî 1954 Nisan ayında Barla'yı uzun bir aradan sonra ziyaret ettiğinde talebelerine Barla'daki bahçelerde badem ağaçlarının çiçek açtığı bir zamanda[3] birden hatırına gelen فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ (Rum: 50; Meali: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, o ölüleri de elbette diriltecektir. O her şeye hakkıyla gücü yetendir.") ayetini tekrar tekrar 40 defa bağırarak okumaya başladığını, kendi ifadesiyle ayetin ona açıldığını ve daha sonra menziline geldiğinde talebesi Şamlı Hafız Tevfik'e yazdırarak telif ettiğini söylemiştir.[4] Mesnevi-i Nuriye'nin sonunda yer alan, 10. Söz'ün esası olduğu beyan edilen ve Arapça telif edilen Lasiyyemalar risalesinin fihristinde benzeri hadise Lasiyyemalar risalesi için nakledilir. Mesnevi kitabının başında "...Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” denildiği ve Mesnevi-i Nuriyenin esas olarak 1921-23 yıllarında yazıldığı düşünüldüğünde Barla'daki bu hadisenin Lasiyyemalardan ziyade 10. Söz hakkında olduğu anlaşılabilir. Ayrıca 1. Şua'da Bediüzzaman Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’yle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin 1342'de (Rumi olan bu tarihin karşılığı Miladi 1926 sonu veya 1927 başıdır) intişar ettiklerini ve 1346'da (Rumi olan bu tarihin karşılığı Miladi 1930 sonu veya 1931 başıdır) fevkalâde iştihar ettiklerini beyan etmiştir.[5] Yine 1. Şua'da 1341 (Rumi olan bu tarihin karşılığı Miladi 1925 sonu veya 1926 başıdır) tarihinin Risale-i Nur’un mebde-i zuhuruna işaret ettiği belirtilir.[6] Lasiyyemaların ne zaman telif edildiği tam olarak bilinmemekle beraber Mesnevi-i Nuriye'nin Risale-i Nur'un fidanlığı olduğu, Mesnevi-i Nuriye'nin parçalarının Üstad Barla'ya gelmeden telif edildiği ve Üstad'ın 1342'de intişar ettiğini beyan etmesi dikkate alındığında 10. Sözün bir cihette esası olan Arapça Lasiyyemaların 10. Söz'den daha önce, belki 1342'de (Üstad bu tarihlerde Isparta veya Burdur'dadır) veya daha önce ve Üstad Barla'ya gelmeden önce yazıldığı, Barla'da ise 1 Mart 1927'den sonra 1927-1928 senelerinde Türkçe 10. Sözün yazıldığı kanaatine varılabilir.

Bediüzzaman'ın sürgüne gönderildiği Barla'da ilk yazdığı risalenin 10. Söz olduğuna dair rivayetler olmakla beraber[7] Üstad'ın kendi eliyle yazdığı Küçük Sözler'e sonuna eklediği notta "Şu Küçük Sözleri bidayette müsvedde olarak kendim ve kendi müşevveş hattımla yazmaya mecbur oldum, çünki o vakit herkes benden çekinirlerdi"[8] demesi, yani Küçük Sözleri yazdığında henüz hiç katibi olmaması ve 10. Söz'ün katipliğini Şamlı Hafız'ın yaptığı birlikte değerlendirildiğinde önce Lassiyemaların, daha sonra ilk 8 veya 9 sözün, daha sonra da 10. Söz'ün telif edildiği kanaatine varılabilir.[9]

Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler: Haşir risalesi Kur'an hattının yerine Latin hattını getiren, Kur'an hattıyla kitap basımını yasaklayan ve 1 Kasım 1928'de TBMM'de kabul edilen yasadan önce telif edildiğinden Bediüzzaman bu risalenin basımını arzu etmiştir. Koyunlarını yeni satan Barlalı talebesi Bekir Dikmen 500 Lirasını bu hayırlı iş için borç vermiştir. İstanbul'a giden Bekir Bey, Bediüzzaman'ın Eski Said döneminden talebesi olan ve önceki yıllarda Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi tarafından verilen hüküm gereği hapiste olup Mayıs 1928 afvı ile serbest bırakılan Müküslü Hamza'nın yardımıyla (Molla Hamza İşaratü’l-İ’caz’ı da bastırmıştı) Haşir Risalesini İstanbul'da Ahmed Kamil ve Şeriki Matbaasında 63 sayfa olarak 1000 adet bastırır. Eserler bir sandıkla Eğridir’e oradan da kayıkla Barla’ya getirilip Üstad Hazretlerine teslim edilir. Bu baskının kapağında 1928 tarihi yazılıdır (Kapak resimleri aşağıdadır).

O sıralarda devrin meşhur dinsizlerinden Abdullah Cevdet “İçtihad” isimli gazetede yazdığı makalelerinde haşri yani öldükten sonra dirilmeyi de hurafe olarak tanımlıyordu. İstanbul’daki bir matbaada Haşir Risalesinin dizilip basılma teşebbüsü haberi Abdullah Cevdet’e “Said-i Kürdi sana cevap verdi” şeklinde ulaşmıştı. Bu duyum üzerine matbaaya gidip Haşir Risalesini okuyan Abdullah Cevdet “Adam ispat etmiş, bunun aksini ispat etmek mümkün değil. Dolayısıyla buna cevap verilmez” diyerek doğruluğunu tasdik etmiş, fakat konunun takip edilmemesi için son 70-80 sayfayı veya son 70-80 nüshadaki sayfaları karıştırmış ve kitap karışık sayfalarla basılmıştı. Hz. Üstad basılan bu sayfaların karışıklığını dipnotlarla “Bu sayfanın devamı filan sayfadır” şeklinde tashih etmişti.[10][11] Bekir bey'in sarfettiği parayı Üstad daha sonra ona iade etmiştir.[12][13] Bediüzzaman basılan nüshaların bir kısmını mebuslara ve devlet memurlarına dağıtılmak üzere Ankara'ya gönderdi. Dağıtılmasında o sıralarda Ankara'da memur olarak görev yapan yeğeni Abdurrahman yardımcı oldu. Bediüzzaman 1930 senesi ilk ayında Bediüzzaman'ı ziyaret eden en birinci talebesi Hulusi Bey'e o günlerde Eğirdir'e gelen Mareşal Fevzi Çakmak'la Fahrettin Paşa'nın (Altay) kendisine selam gönderdiğini söylemiş ve Onuncu Söz'ün bir nüshasının üzerine kırmızı kalemle kendisine bir dua yazmış ve 'Bana bir selâm göndermişsiniz, ben de bunu sana gönderiyorum' notunu ekleyerek Fahrettin Paşa'ya ulaştırması için Hulusi Bey'e vermiştir. Hulusi Bey bunu Üstad'dan alarak postaya vermiştir.[14] Kapağında Rumi 1342 (Miladi 1926 sonu veya 1927 başına karşılık gelir) yazılı Kur'an hattıyla basılmış bazı nüshalar da mevcuttur. 10. Sözün ilk basımının 1928 yılında olduğu kesin olduğundan bu nüshaların diğer bazı risalelerle birlikte yurt dışında, muhtemelen Beyrut'ta çok daha sonraları basılan nüshalar olduğu ve konulan 1342 tarihinde sehiv olduğu kanaatine varılabilir.[15] Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine daha sonra elle çoğaltılan bu risale ancak 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.

İçeriği: 12 Suret (Hikaye kısmı):

  1. Suret: Saltanat
  2. Suret: Kerem, merhamet, izzet, haysiyet, namus
  3. Suret: Hikmet, adalet
  4. Suret: Sehavet, kemalat, cemal
  5. Suret: Şefkat, Yaver-i Ekrem
  6. Suret: Saltanat
  7. Suret: Fotoğraflar (Hıfz)
  8. Suret: Ferman
  9. Suret: Rüesa (Peygamberler ve Evliyalar)
  10. Suret: Bahar
  11. Suret: Hikmet, inayet, merhamet, adalet
  12. Suret: Zabitin cüzdan ve defteri

Mukaddime olarak 4 İşaret:

  1. İşaret: Allaha iman
  2. İşaret: Nübüvvet
  3. İşaret: İnsanın camiiyyeti ve ebedi azabın makuliyeti
  4. İşaret: Allah'ın haşmetinin ahireti iktiza etmesi

12 Hakikat:

  1. Hakikat: Rububiyet ve saltanat (Rab)
  2. Hakikat: Kerem ve rahmet (Kerîm ve Rahîm)
  3. Hakikat: Hikmet ve adale (Hakîm ve Âdil)
  4. Hakikat: Cûd ve cemal (Cevvad ve Cemi
  5. Hakikat: Şefkat ve ubudiyet-i Muhammediye (asm) (Mücîb ve Rahîm)
  6. Hakikat: Haşmet ve sermediyet (Celil ve Bâki)
  7. Hakikat: Hıfz ve hafîziyet (Hafîz ve Rakib)
  8. Hakikat: Vaad ve vaîd (Cemil ve Celil)
  9. Hakikat: İhya ve imate (Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümît)
  10. Hakikat: Hikmet, inayet, rahmet, adalet (Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm)
  11. Hakikat: İnsaniyet (Hakk)
  12. Hakikat: Risaleti ve’t-Tenzil (Bismillahirrahmanirrahîm)

Hâtime: Kudret nazarında her şey kolaydır

Zeyller:

  1. Zeyl: 9. Şua'nın tamamı
  2. Zeyl: İsm-i Azam olan 6 isimden Hayy ismine dair olan 30. Lema'nın 5. Nüktesinin 4. Remzinde hayatın imanın rükünlerine nasıl işaret ettiği hakkındaki ders
  3. Zeyl: 2. Şua'da geçen haşre dair 3-4 meselelik kısa bir parça
  4. Zeyl: 25. Söz'ün Kur'an'ın beyanındaki beraate dair olan kısmından makam-ı ispata dair kısa bir parça ile yine 25. Söz'de âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelere dair 8. kısım
  5. Zeyl: 26. Lem'a olan İhtiyarlar Risalesinin 5. Ricasının son kısmı

Uzunluğu: Toplam 68,5 büyük sayfa

  • 10. Söz - 1. Makam: 11 büyük sayfa
  • 10. Söz - 2. Makam: 35 büyük sayfa
  • 1. Zeyl - 9. Şua: 11 büyük sayfa
  • 2. Zeyl: 5 büyük sayfa
  • 3. Zeyl: 2 büyük sayfa
  • 4. Zeyl: 3 büyük sayfa
  • 5. Zeyl: 1,5 büyük sayfa

Ekleri: 5 adet zeyli vardır:

  1. 9. Şua'nın tamamı
  2. İsm-i Azam olan 6 isimden Hayy ismine dair olan 30. Lema'nın 5. Nüktesinin 4. Remzinde hayatın imanın rükünlerine nasıl işaret ettiği hakkındaki ders
  3. 2. Şua'da geçen haşre dair 3-4 meselelik kısa bir parça
  4. 25. Söz'ün Kur'an'ın beyanındaki beraate dair olan kısmından makam-ı ispata dair kısa bir parça ile yine 25. Söz'de âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelere dair 8. kısım
  5. 26. Lem'a olan İhtiyarlar Risalesinin 5. Ricasının son kısmı

Bu Risaledeki Tevafuklar:

  • Onuncu Söz'ün satır başlarındaki eliflerin toplamı 193'tür.
    a) "Onuncu Söz" kelimelerinin ebced makamı tam 193'tür.
    b) Onuncu Söz'ün ve Risale-i Nur'un müellifi Said Nursi'nin en çok kullanılan lakabı olan "Bediüzzaman" kelimesinin ebced makamına bir fark ile tevafuk eder. "Müellif" kelimesine (191) ise 2 farkla tevafuk eder.
    c) Üçüncüsü; Haşir Risalesinin başında zikredilen فَانظُرْ إِلَىٰ آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ۚ إِنَّ ذَٰلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَىٰ ۖ وَهُوَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyeti ile aynı risalenin sonunda zikredilen ve kıyametin dehşetini ders veren يَٰٓأَيُّهَا ٱلنَّاسُ ٱتَّقُوا۟ رَبَّكُمْۚ إِنَّ زَلْزَلَةَ ٱلسَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ âyetinin harf sayılarının toplamı 193'tür.
    d) Haşir ve ihyayı ders veren مَّا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ إِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ۗ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ âyeti ile kıyametin büyük zelzelesini haber veren إِذَا زُلْزِلَتِ ٱلْأَرْضُ زِلْزَالَهَا suresinin harflerinin toplamı 194 edip bir farkla 193'e tevafuk eder.[16]
  • Onuncu Söz’de bir sayfada satır başına denk gelen Elif harflerinin sayısının 3 olduğu, 4 olduğu, 5 olduğu ve 6 olduğu 13'er sayfa vardır. Bu da 10. Sözün 13. Sayfasına dikkati çeker. Yine 4+5=9 ve 3+6=9 olduğundan Dokuzuncu hakikata nazarı çevirtir. 13. Sayfadaki 10. Suretin temsil ettiği Dokuzuncu Hakikat 10. Söz'ün en parlak bürhanlarından olduğundan Bediüzzaman talebelerine bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye eder.
  • Bediüzzaman bu risaleye dikkatleri çekmek istediğini, ama elinden bir şey gelmediğini, Cenab-ı Hakk'ın merhametinden bir tevafuk işareti verdiğini beyan eder.
  • İşaratül İ'caz risalesindeki tevafuğu izah etmenin 1-3 saatte bitmediğini belirten Bediüzzaman 10. Söz'de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimat ettirecek bir eser-i inayet ihsan edildiğini ve bu risaledeki tevafuğun çok daha kısa sürede aynı faydayı verdiğini söyler.
  • Lafzullahın (Allah kelimesinin) en birinci harfi olan elif Onuncu Söz’de tesadüfe havale edilemeyecek derecede bir tevafuk göstermiştir ve Bediüzzaman o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen hissettiğini beyan etmiştir.
  • 1928'de basılan nüshada sayfalarda satır başlarına gelen eliflerin sayısından tefavuk vardır. Çoğu nüshada 3, 4, 5 ve 6 defa elif gelmesi (Hafız Ali'nin nüshasında 1, 2, 3, 4 ve 5 adetlerinde tevafuk galiptir) tevafuk eder. Hafız Ali'nin yazdığı nüshada bir sayfa haricinde tüm sayfalarda satır başlarındaki elifler birbirine tevafuk eder.
  • 10. Söz'de elifler ile satırların toplamı 998 ederek Risaleti'n-nur ebced makamına (şeddeli nun 2 nun sayıldığında) tevafuk eder. İlk inen ayetin ilk kelimesi olan "İkra (Oku)" her besmelenin başında "Akrau (Okurum)" şeklinde mukadder kabul edildiğinde Besmele+İkra kelimeleeirnin toplam ebced makamı (Allah kelimesindeki şeddeli lam ve okunmayan harfler hesaba katılmadığında) yine bir farkla 998 eder. 10. Söz'ün kuvvetli hakkaniyetini gösteren ان الحشر حق و صدق (Haşir haktır ve doğrudur) cümlesinin ebced makamı yine 998'dir. 10. Söz'ün büyük bir delili olduğu iman rüknüne işaret eden ايمان بيوم الآخر ibaresinin ebced makamı yine 998 eder.
  • Basılan Onuncu Söz'ün tevafukları Nasr suresinin sırrına yetişmek için bir basamaktı.
  • 10. Söz'de satır başına denk gelen elif sayısı 5 aded için 13'er sayfada aynıdır (13x5=65) (Mesela 13 sayfada satır başındaki elif sayısı 5'tir, 13 sayfada 4'tür vb). Tevafuklu yazılan Kur'an'da 28. Cüz'de Lafzullah 13 sayfada 5'er defa geçer (13x5=65).
  • 10. Söz'de satır başına denk gelen elif sayısı çoğunlukla ya üç elif olur (Lafzullaha bakar) ya 5-6 olur (هُوَ lafzına bakar). 35. Sayfadaki 5. Hakikatta iki beş üç beşte tevafuk eder. Basılan 10. Sözün sayfa sayısı da başta cilt olan iki sahife ile beraber 65'tir. Hem هُوَ lafzına hem Kevser suresinin harflerinin sayısına bakar. 10. Süz'ün en sondaki 2 beyaz sayfası sayıldığında sayfa sayısı 67 eder. Kevserin okunan harflerinin sayısı da 67'dir.
  • Matbu 10. Söz'ün sayfa başına satır sayısı 22'dir. Yarısından fazlası yazılı sayfalardaki hakiki ve itibari satır sayısına baştaki isminin 2 satırı eklendiğinden 1342 ederek hem 10. Söz'ün telifinin başlangıcına hem de laik siyasetin ilanı ve Latin harflerinin resmen kabulü tarihine 1 farkla tevafuk eder. Bu risalenin hakiki satır sayısına başta el yazısıyla yazılan isim ve tenbihe dair 7 satır ekleninde müellifi Bediüzzaman'ın doğum tarihine tefavuk eder. Yine müellifinin eski hayatını bırakıp Yeni Said suretine girmesi bu risaleden 13 sene önce olmuştur.

Bu Risaleye Gaybi İşaretler:

Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler


  • Hatime'de geçen nuraniyet, şeffafiyet, intizam, imtisal ve muvazene sırlarına benzer bir parça 29. Söz'de izah edilen şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüd ve itaat sırlarıdır. Benzer bir parça Mesnevi-i Nuriye'de, 7. Şua ve Asar-ı Bediiyye'de yer alan Nokta risalesinde de yer alır.
  • Şualar'da yer alan 11. Şua'nın (Meyve Risalesi) 7. Meselesinde haşrin isbatına dair benzer dersler vardır.
  • Mesnevi-i Nuriye'de yer alan ve Haşir risalesinden önce telif edilmiş olan Lasiyyemalar risalesi 10. Söz'ün bir cihette esasıdır.
  • 29. Söz'ün 2. Maksadının 2. Esasında saadet-i ebediyeyenin 10 muktezîsi izah edilir.
  • İşaratül İ'caz tefsirinda Bakara suresinin 4. Ve 5. Ayetlerinin tefsirine dair olan kısımda yine saadet-i ebediyenin 10 bürhanı yer alır.
  • Muhakematın 3. Makalesinin 3. Maksadında haşri cismaniye dair benzer bahisler kısaca geçer.
  • 28. Söz Cennete dairdir
  • Bütün insanların yaratılma ve diriltilmesinin tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibi olduğu bahsi 10. Söz'ün Hâtimesi’nde icmalen, Nokta Risalesi’nde ve Yirminci Mektup’ta izahen beyan edilmiştir. 29. Söz'de de bu konu hakkında ders mevcuttur.
  • Haşir hakikatı Münâcat Risalesinde hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat edilmiştir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği

Bu Risalenin Telifi ve Adı Hakkındaki Bahisler

İman-ı haşre dair olan bu risale Risale-i Nur’daki Onuncu Söz’ün esası olup Barla’da, Üstadımızın –bir bahar gününde– rahmet-i İlahiyenin âsârını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız olarak فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyet-i kerîmesini kırk defaya yakın okumasından sonra tulû etmiş gayet kıymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ı haşir mefkûresini köküyle kesip İbn-i Sina gibi acib bir dâhînin “Haşir bir mesele-i nakliyedir, akıl bu yolda gidemez.” dediği haşri en basit fehme de kabul ettiren ve haşrin binler numunelerini arz yüzünde gösteren ve haşri iktiza eden pek çok esma-i İlahiyeden tut, tâ mahiyet-i insaniyede dahi haşri ispat eden bir risaledir.

(Fihrist, Mesnevi-i N.)

Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler

Bediüzzaman'ın İfadeleri

Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş!

Deme, niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünkü İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقَايٖيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez.” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulema-i İslâm “Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir, akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez.

Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyle olduğundan Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.

(Sözler, Onuncu Söz, Hâtime)


Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.

(28. Mektup)


Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.

(28. Mektup)


Evet, “Hiç mümkün müdür ki” şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet, istib’addan ileri gelir. Yani akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyen gösterilmiştir ki hakiki istib’ad, hakiki muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakiki suubet, hattâ imtina derecesinde müşkülat, küfür yolundadır ve dalaletin mesleğindedir. Ve hakiki imkân ve hakiki makuliyet, hattâ vücub derecesinde suhulet, iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.

Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.

(10. Söz)


Evet Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.

(1. Şua)


Kanâatimiz geldi ki ehl-i ilhadın haşr-i cismanîyi resmen inkâr etmek istedikleri hengâmda, iktidar ve ihtiyarımızın haricinde Onuncu Söz yazdırıldı. Şimdi mürur-u zamanla her vakit mütalaası lâzım gelen Onuncu Söz'e bir lâkaytlık gelmekle beraber, haşr-i cismanî yine bir şiddetli taarruza maruz bulunduğunu îma edip bizi ikaz eden şiddetli bir surette inayet-i İlahiye nazar-ı dikkati Onuncu Söz'e bu garib tevafuklarla tekrar celb etti. Bu risalede tevafuka medar olan bu beş, altı, dört, üç rakamlarının her birinin yekûnü on üçte tevafuk etmeleri, Onuncu Söz'ün on üçüncü sahifesine bilhassa nazar-ı dikkati celb ettiriyor. O dört ile beş dokuz, üç ile altı dokuz olmakla yine Dokuzuncu Hakikat'a nazar-ı dikkati celb ettiriyor.

Evet on üçüncü sahifedeki "Onuncu Suret" temsil ettiği "Dokuzuncu Hakîkat", Onuncu Söz'ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan, ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise benim o ciddi arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

(Barla L.)


Onuncu Söz, Kur’an’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şule-i i’caz-ı Kur’anîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emareler ile manevî i’caz-ı Kur’an hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmalen hissetmiştik.

(Barla L.)


İrsalatınız ve bilhassa Onuncu Söz, buraya o derece fayda verdi ki her bir sahifesine mukabil elimden gelseydi büyük bir hediye verirdim. Çoktan beri göremediğim için ben hangisini okursam “En birinci budur.” derdim. Ötekine bakardım “Bu birincidir.” Daha öbürüsüne baktıkça hayret ederek kat’î kanaatim geldi ki Risaletü’n-Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Her birinin kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyedir.

(Kastamonu L.)


Evet, erkân-ı imaniye içinde “İman-ı Billah” ve “İman-ı Bi’l-yevmi’l-âhir” âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir.

Birincisini, Risale-i Nur tamamıyla bürhanlarını izah etmiş.

İkinci kutub ise, kısmen müstakil olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin ispatında ve Mukaddime-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi ispat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi bu dünyadaki mevcudat zahir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserisi ise sair erkân-ı imaniye içinde haşri kuvvetli bir surette ispat eder.

İnşâallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddime-i Haşriye’nin başındaki âyât-ı a’zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalplerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp Dokuzuncu Şuâ’yı, Onuncu Söz’den daha parlak daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.

(Kastamonu L.)


Elhak bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla ehl-i dalaletin kalplerindeki inkâr-ı haşri kalplerinde sıkıştırıp lisanına getirmeye meydan vermedi, ağızlarını tıkadı ve hârika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm, imanın etrafında çelikten zırh oldu; ehl-i dalaleti susturdu. Elbette hükûmet-i cumhuriye bundan memnun oldu ki mebusanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestiyet ile Onuncu Söz’ün nüshaları gezdi.

(Tarihçe-i H.)


Onuncu Söz’ün tevafukatındandır ki Onuncu Söz’ün satırları hem telif tarihine hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilanına tevafuk ediyor ki haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalalet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir.” demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla ehl-i dalaletin kalplerindeki inkâr-ı haşri kalplerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün hârika bürhanlarını gözlerine soktu.

Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti susturdu. Elbette hükûmet-i cumhuriye bundan memnun oldu ki meclisteki mebusanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.

(Tarihçe-i H.)

Talebelerinin İfadeleri

Bekledim tâ ki Onuncu Söz neşredilmiş, işbu kıymeti mükevvenata faik olan mübarek nurlu eserden bir nüshacık ihsan buyuruldu. Hemen aldığım dakikada, zîruhtan hâlî ve zümrüt-misal yeşillenmiş nebatat arasında bir ağacın altına gittim. Lâkin mevsim itibarıyla haliçe-i zemin gayet revnaktar ve enva türlü çiçeklerle müzeyyen ve muhteşem ise de ânifü’l-beyan eser, âlem-i bekanın sened-i hakiki ve kat’îsi ve en kavî ve gayet rasîn ve son derece güzel, naklî ve aklî ve mantıkî ve tarifi imkânsız bir delail ve berahin-i kat’iye ile müsbet ve hattâ haşir hakkında ayağı kayarak mühlik uçurumlara giden ve en fena bataklıklara düşen, hüsran ve dalalette boğulan pek çok kimseleri dakik ve amîk işarat ve hakaiki ile ihya ettiğini ve edeceğini alâ kadri’l-istitaa öğrendim.

Her ne kadar o kıymettar eserin derecat-ı refia ve mühimmesini hattâ en kısa bir cümlesini bile hakkıyla anlayabilmek ve o hususta söz sarf edebilmek, bidâamın fersah fersah fevkinde ise de menba-ı hakikisi bulunan Furkan-ı Mübin’den tam bir feyz alan ve emsali görülmemiş bir şaheser olduğunu anladım. Bu fakir, şiddetli acz ve zaafımla bîhad bahr-i hakaike daldım ve bahr-i muhit-i nura girebilmeye şu mübarek eser, elmas bir miftahım oldu.

Binaenaleyh havas ve havassü’l-havas dikkatle onu mütalaa ederlerse daha ne derecelerde hakaik-i İlahiye ve maarif-i Rabbaniye müşahede ederek, iktisab-ı füyuzat edeceklerini tahmin edemem. Bundan başka şu nurani ve ulvi ve kudsî eser, numarası itibarıyla dokuz eserin daha mukaddemen sebkat ettiğini îma ve işaretle beraber ve “On” numaradan sonra daha birçok eserlerin vücudunu mutazammın bulunmasına dair bir hassasiyet-i kalbiye uyandırdı.

Sonra anladım ki Kur’an-ı Hakîm’in nur ve ziyadar menbaı cûş u hurûşa gelmiş. Furkan-ı Hakîm’in elmas maadininden dehşetli bir infilak husul bulmuş, Sözler namında hadsiz tiryaklar ve mücevherat zahir oldu. Pek çok kulûb def’-i maraz ve kesb-i âfiyet etti.

Furkan-ı Mübin’in feyziyle Sözler’inin her birini herkese görmek müyesser olmayan gayet dakik ve amîk beyanat-ı hârikalarını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuâı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de nurların hazinedarları olan Sözler dahi hakaik-i eşyada en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını haizdir.

Sabri

(Barla L.)


(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!

Bu defa hoş ve latîf tevafukatıyla nurani yolculara dest-i manevîsini uzatarak ziyadar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişigüzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tamme ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyas-ı kat’iye ile inkişaf ve temevvüc eden Kitab-ı Semaviye-i Kur’aniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız.” diyerek bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdi-i maneviyesiyle musafaha ve mukabele edercesine, tevafukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübin’in lemaat ve tereşşuhatının tevafukatı, Onuncu Söz’de dahi müşahede edildi. Bu Söz’ün manidar ve hikmettar tevafuk ve intizamları, sanki kemal-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir birkaç samimi ve ciddi kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her bir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelâmları, yine semavatın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letafetleri ile insaniyet tarifine tam dâhil olan zîşuuru mest ve hayran bırakıyor.

Şurası da şâyan-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mesele-i mühimmesi, kâinatın hitam-ı ömrüne muallak ve mukadder olduğu gibi, Risaletü’n-Nur arasında dahi bu Söz’ün en son tevafukatını göstermesi de ayrıca bir tevafuktur, diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kur’anî nehirleri, enva-ı türlü âvâzıyla coşkun coşkun aksın, aksın ki zaman-ı cahiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvam üzerlerine tulû eden şümus-u Kur’aniyenin süratle inkişaf ve tevessü ve nev-i beşerin humsunu ihya, ebedî ve daimî bir nurla tenvir ve izae eylediği gibi şu asr-ı dalalet ve hüsran ve devr-i bid’at ve tuğyanda, ehl-i iman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.

Evet, altı yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören latîf ve nazirsiz bir gül-ü Muhammedî’yi (asm) koklayan ümmet-i Muhammed (asm) Sure-i Kevser’den “bihamdihî ve’l-minne” mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki çoktan beri ehl-i iman ve tevhid, İslâmiyet gibi bâki ve sermedî güneşin küsuf ve ufûlüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalaletin pis programlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sure-i Kevser’i takip eden iki sureyi lisan-ı hal ve kāl ile okuyarak zındıklara hitaben “Bizler sizin nifak denizinde serseriyane ve zulümkârane gezen dalalet ve sefahet gemilerinize binemeyiz ancak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın nurani ve tevhid sikkeli iman ve İslâm zırhlılarına bineriz. Menzillerimize vardığımızda muvaffakıyet ve semere-i sa’yimiz tezahür ve tahakkuk eder.” diye bağırarak ve اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ … الخ ferman-ı mübinini tilavetle, Sure-i Kevser’in müjde ve beşareti bizleri kuvvet ve metanete sevk hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Maruzatıyla nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kur’aniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehemm vazifeleri olduğunu anlayarak tövbelerini reddetmeyen Cenab-ı Rabbü’l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitab edip salah ve felâh ve fevz-ü necat yollarını tuttular.

“Hemen Rabb’im, hakiki verese-i enbiyayı teksir, dünyevî ve uhrevî âmâl ve makasıdına muvaffak buyursun.” duasını tekrar ile beraber Onuncu Söz’ün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cüret eder, bilhassa dest ü dâmen-i muallâlarını öperim efendim.

Hâmiş: Harman ortasında Mevlevîvari dolaşan bu bîçare çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş; geçtiği yere dönmüş, yine gelmiş ise de ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken hiç olmazsa karınca yürüyüşü takip edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim efendim.

Muhammed Sabri (rahmetullahi aleyh)

(Barla L.)


Risale-i Nur adlı hârika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Her bir risale, kendi mevzuunda hârikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi’dir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat’î delail-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.

Hâfız Hâlid (rh)

(Barla L.)


İşte bu hakikatlerin her bir cüzü, saha-i faaliyete çıksa her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bâriz deliller pek çok var. Hususuyla, inkâr-ı haşir mefkûresini mağlup eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tabedildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek hârikaları taşıyan Âyetü’l-Kübra risaleleri ve inkâr-ı uluhiyet mefkûresini zîr ü zeber eden Külliyat-ı Nur Hüccetü’l-Bâliğa ve Meyve gibi eczaları meydanda. İnşâallah Kur’an’ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûr’unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emansız ateşini söndürüp âb-ı hayat bahşeden şarab-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı iman vermekle içirecektir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok kusurlu talebeniz Hüsrev

(Emirdağ-1)

10. Söz ve Çocuklar

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.

(28. Mektup)


İşte bu Elmas Cevher Nur’un ikinci kerametini ispat ile üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas Cevher Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas Cevher Nur’u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas Cevher Nur’u okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas Cevher Nur’dur.” diye bunlara okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas Cevher Nur’u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.

Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında; “Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar, tasdik ettiler. “Ya Elmas nedir? Bu sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler. “Ya Cevher nedir? İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.

İşte Elmas Cevher Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.

Âciz talebeniz

Şefik

(28. Lem'a)

10. Söz ve Abdurrahman Nursi

Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş. Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.

(28. Mektup)


Bir zaman Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde nefiy namı altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilattan ve muhabereden men’edilmiş bir vaziyette hem hastalık hem ihtiyarlık hem de gurbet içinde gayet perişan bir halde iken Cenab-ı Hak; kemal-i merhametinden, Kur’an-ı Hakîm’in nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat “vâ-hasretâ” birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem hem manevî evladım hem en fedakâr talebem hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.

Sonra birden birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım gördüm ki Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içinde, üç zahir kerameti gösterir bir tarzda dercedilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve el-ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman o mektupla pek ciddi ve samimi bir surette, dünyanın ezvakından nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakiki vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’aniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder, her birisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım.” diyordu.

O mektup, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik ve hakiki evladın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum. O mektuptan evvel iman-ı bi’l-âhirete dair tabettirdiğim Onuncu Söz’ün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki altı yedi sene zarfında aldığı bütün manevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmış.

Bir iki ay sonra, Abdurrahman vasıtasıyla yine mesudane bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken “vâ-hasretâ” birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki beş senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım; on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla hususi dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın vefatıyla da bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o, dünyada kalsaydı hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayru’l-halef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi. Ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.

(26. Lem'a)


Hulusi Bey’in selefi, yirmi altı yaşında vefat eden biraderzadem merhum Abdurrahman’ın, vefatından bir iki ay evvel yazdığı mektuptur

بِاسْمِهٖ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ

Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım. Çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itabınıza müstahak olmuş isem de bu da mukadder imiş. Ve Cenab-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belasını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duanızı dilerim.

Aziz mamo (*Kürtçe “amcacığım” demektir.)! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’al ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezaiz ve safasını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki bunların hepsi heba olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezaiz ve safası neticesi zillet ve şedit azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezahim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fena şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükür ile beraber sabretmekteyim.

Şimdi amcacığım ve büyük üstadım! Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevaî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fena hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim. Dairede müddet-i mesaiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenab-ı Hakk’ın şükrü ile geçiriyorum.

Bundan başka ey amca, sizden sonra şimdiye kadar en çok beni ikaz ve fena şeylerden men’eden, üstad-ı a’zam ve mürşidim olan bu âyet-i kerîmeden duyduğum ve hissettiğimdir:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْدٖيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Ve öyle biliyorum ki o gün de pek yakındır. (Hâşiye: Cây-ı dikkattir, vefatını haber veriyor.)

اَللّٰهُمَّ لَا تُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلَّا مَعَ الشَّهَادَةِ وَ الْاٖيمَانِ

duam bu ve itikadım böyledir ve böyle de iman ederim: (Hâşiye: Hem iman ile gideceğini haber veriyor.)

اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

(Hâşiye: Âhir nefesteki kelimat-ı imaniyeyi âhir-i mektubunda zikretmesi, dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret eder.)

Biraderzadeniz Abdurrahman

Demek Onuncu Söz, onun hakkında bir mürşid-i hakiki hükmüne geçmiştir ki birden onu derece-i velayete çıkararak şu üç kerameti söylettirmiştir. Benden sekiz sene evvel ayrılmış. Onuncu Söz eline geçmiş, mektubun başında söylediği gibi çok azîm istifade edip sekiz sene zarfında aldığı kirleri onunla silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Söz’ün şevkinden demiş: “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla her birisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar edip kaybolmasın.” İşte böyle bir kahraman vârisi kaybettim. Ruhuna el-Fatiha.

Said Nursî

(Barla L.)


(Abdurrahman’ın mektubunun gayr-ı münteşir kısmı)[17]

Şimdi büyük üstadım! Siz unutulmuş zannetmeyiniz fakat ne çare ki, zaman böyle iktiza ediyor. Burada istediğimiz ve bildiğimiz kimseler gaflette uyuyorlar. Onları ancak Cenab-ı Hak uyandırabilir. Burada bazı kimseler vardır ki, o da avam ve müslüman insanlardır. O risalelerden masarıfı ne ise ben buradan göndereyim, bana birkaç tane gönder, onlara vereyim. Sizde yazılmış ve henüz tab’edilmemiş kitablar varsa onları da bana gönder. Azar miktarda ben onları burada eski harflerle tab’ettireyim. O da olmazsa, el yazısıyla her birinden yirmi-otuz tane yazarım ve size gönderirim. Tâ ki zâyi’ olmasın.

Muhterem amucam! Molla Abdülmecid Efendi şimdi Diyarbekir’in Ergani osmaniyesinde ticaretle iştigal ediyor. Sizin sıhhatınızı ona yazacağım. Muhabere ediyoruz ve sizi her vakit benden soruyor. Ne çare ki, şimdiye kadar sizin yerinizi bilmiyordum. Şimdiden sonra inşâallah sizi kaybetmeyiz. Bir de üstadım, sıhhat haberinizi aldım, fakat ahvalinizden bîhaberim. Ne ile geçiniyorsunuz, ne suretle rahat ediyorsunuz? Akrabalık hakkı bu sualleri sormağa bana bahşediyor. Sizin rahatınız, bizim rahatımızdır. Sizin hayatınız, bizim hayatımızdır.Bu cihetleri ve ihtiyacınızı ve bundan sonda birleşmek ve beraber bakıyye kalan ömrü geçirmek hususundaki fikrinizi bana yazmazsanız hakkımı helâl etmem. Gerçi hakkım yoktur, fakat hakkım vardır.

Ben burada rahat edeyim, siz orada meşakkat içinde kalasınız, vicdanım kabul etmez. Kazandığım size de, bana da kifayet eder. Siz beni ufaktan büyüttünüz. Bu sizin benim üzerime bir haktır. Ben de bundan sonra size bakmaya, benim sizin üzerinize bir haktır. Benden birşey taleb etmemezlik yaparsanız, bu hakkımı da helâl etmem. Kazandığım helâldır ve bu kazancımda sizin de bir hakkınız vardır. Çünki sen olmamış olsa idin, belki ben şimdiki kazancımı bulamazdım. Demek bir hakkınız var. O hakkınızı benden alınız. Muhterem üstad! Size ihtiyaç olan her şeyi kimseye değil, bana söylemeniz lâzımdır. Çünki hem evlâdınızım ve hem de talebenizim.

Şimdilik bu kadar yeter. Bu hususlarda emrinize muntazırım. Bâki tekrar selâm. Ellerinizden öperim. Duanızı bekler, affınızı rica ederim.

Seyda Nursî’nin biraderzâdesi Abdurrahman (rha)


Bu hâdise dahi Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir ki bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha safi ve âlî ve kudsî bir hayat-ı masumane ihsan edildiğinden ona kanaat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten aldandı fakat İstanbul’da Risale-i Nur mukaddimatına büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.

(Barla L.)

Bu Risaleye Atıflar

10. Söz (Genel)

Latîf bir inayet-i Rabbaniyedir ki bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi Muhakemat namındaki eserin âhirinde; “İkinci Maksat: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ” deyip durmuş, daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamdolsun ki otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.

Evet, bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’ü in’am etti, münkirleri susturdu.

(9. Şuâ)


Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.

(2. Şua)


Amma ahval-i uhreviye ve berzahiye ise çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat Kur’an’ın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Söz’de, Kur’an’ın şu ihbarat-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir. Ona müracaat et.

(25. Söz)


Şu Söz’ün iki makamı var. Birinci Makam, cennetin bazı letaifine işaret eder. Fakat Onuncu Söz’de on iki hakikat-i kātıa ile gayet kat’î bir surette ve bu Söz’ün İkinci Makamı’nda Onuncu Söz’ün hülâsası ve esası, müteselsil gayet metin Arabî bir bürhan-ı kat’î ile gayet parlak bir tarzda vücudu ispat olunan cennetin ispat-ı vücudundan bahis değil belki şu makamda yalnız sual ve cevaba ve tenkide medar olan birkaç ahval-i cennetten bahseder. Eğer tevfik-i İlahî refik olsa sonra azîm bir söz, o muazzam hakikate dair yazılacaktır, inşâallah.

(28. Söz)


Saadet-i ebediyeye muktezî vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelal de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir, mümkündür. Hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risalesi’ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz.

(29. Söz)


İşte misal için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berahin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sair âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte menabi-i aşere ve on medar; bir hads-i kat’î, bir bürhan-ı kātı’ı intac ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyamete dâî ve muktezînin vücuduna kat’iyen delâlet ettikleri gibi; Sâni’-i Zülcelal’in dahi –Onuncu Söz’de kat’iyen ispat edildiği üzere– Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delâlet ederler.

(29. Söz)


Onuncu Söz bütün hakaikiyle, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamı’nda Lâsiyyemalardaki bütün berahiniyle, gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki: Hayat-ı dünyeviyenin gurûbundan sonra şems-i hakikat, hayat-ı uhreviye suretinde çıkacaktır.

(29. Söz)


Hem Onuncu Söz’de ispat edildiği gibi Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.

(30. Söz)


İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahînin bir nevine bir unvandır ki âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz’de hem Onuncu Söz’ün hâşiyesinde ispat edilmiştir.

(30. Söz)


O müteaddid enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise kat’iyen vücudları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Söz’ün on iki hakikat-i kātıa-i sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün altı esas-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْعَزٖيزِ الْعَلَّامِ olan Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatıyla, tasrih ve telvih ve remiz ve işaratıyla kat’iyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve cennete dair Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî olan ikinci makamında ve Yirmi Dokuzuncu Söz’de çok bürhanlar geçmiştir.

(32. Söz)


İkinci Makam: Arabiyyü’l-ibare olarak on iki lâsiyyema kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat’î ve hiçbir cihette sarsılmaz, haşre dair, cennet ve cehennemin hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bâhirdir ki o bürhan, Onuncu Söz’ün menşei ve esası ve hülâsasıdır.

(Fihrist (Sözler))


Amma cennet ve cehennemin vücudları ise Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözler’de gayet kat’î bir surette ispat edilmiştir.

(1. Mektup)


وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

Yani dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâki’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelal’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhıdır, melceiniz onun rahmetidir ve hâkeza…

Şu kelimenin bunlar gibi ifade ettiği pek çok hakikatler var. Şu hakikatlerin içinde, saadet-i ebediye ile cennete döneceğinizi ifade eden hakikat ise Onuncu Söz’ün on iki bürhan-ı kat’î-yi yakîniyle ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün pek çok delail-i kātıayı tazammun eden altı esasıyla o derece kat’î ispat edilmiştir ki başka beyana hâcet bırakmıyor. Gurûb eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû edeceği kat’iyetinde, o iki Söz ispat etmişler ki:

Şu dünyanın manevî güneşi olan hayat dahi harab-ı dünya ile gurûbundan sonra haşrin sabahında bâki bir surette tulû edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şakavet-i ebediyeye mazhar olacaktır. Madem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler bu hakikati kemaliyle ispat etmişler, sözü onlara havale edip yalnız deriz ki:

Sâbık beyanatta kat’î ispat edildiği üzere nihayetsiz bir ilm-i muhit ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu kâinatın Sâni’-i Hakîm’i ve şu insanların Hâlık-ı Rahîm’i, bütün semavî kitapları ve fermanlarıyla cenneti ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşerin ehl-i imanına vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü vaadinde hulf etmek ona muhaldir. Çünkü vaadini îfa etmemek, gayet çirkin bir noksandır. Kâmil-i Mutlak noksandan münezzeh ve mukaddestir. Vaad ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i külli şey hakkında cehil ve acz muhal olduğundan, hulf-ü vaad dahi muhaldir.

Hem başta Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm olarak bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i iman mütemadiyen o Rahîm-i Kerîm’den, vaad ettiği saadet-i ebediyeyi rica edip yalvarıyorlar ve niyaz edip istiyorlar. Hem bütün esma-i hüsna ile beraber istiyorlar. Çünkü başta şefkati ve rahmeti, adaleti ve hikmeti ve Rahman ve Rahîm, Âdil ve Hakîm isimleri ve rububiyeti ve saltanatı ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser esma-i hüsnası, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve tahakkukuna şehadet ve delâlet ediyorlar. Belki –Onuncu Söz’de ispat edildiği gibi– bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret ediyorlar.

(20. Mektup)


Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.

(28. Mektup)


Evet, bu hakikati Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette ispat etmiştir ki bütün bütün kalpsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini boğmamış ise görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en mükemmel ve en câmi’ en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi başka bir hayatta sümbül vermek için Hâlık-ı Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. (Hâşiye: Bu hakikat; iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde ispat edilmiştir.)

(26. Lem'a)


Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz, kat’î delillerle ispat etmiştir ki âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.

(30. Lem'a)


Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi ism-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki her sahifesinde yüzer kitap yazılmış ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur ve her harfinde yüzer kelime var ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

(30. Lem'a)


Onuncu Söz’de beyan edildiği gibi nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir.

(30. Lem'a)


Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi bir sâni’-i hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın her bir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harap olmasıyla takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği ve bir hakîm-i mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek fayda, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarifini yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de bu kâinat sarayının her bir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ her bir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlak’ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak’ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak’ın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acib bir muhaldir ki hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur.

(30. Lem'a)


“Müdebbiriyet ve idare hakikati”dir. Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.

İşte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin bir tek sahife ve safhasını Risaletü’n-Nur, Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz.

(7. Şua)


İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla “Evet, âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum.” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatler ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.

Onuncu Söz’de ispatına binaen, o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolması ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir.

(11. Şua)


Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi bir zaman, küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Âh!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.

(11. Şua)


İşte iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki nasıl ki aza-yı insanîden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder. Öyle de insanın hakikati ve kemalâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faydalarını isteyen hakikatleri ve istidatları daha kat’î olarak âhirete ve cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi bu kâinatın hakikat-i kemalâtı ve manidar tekvinî âyâtı ve insaniyetin mezkûr hakikatler ile alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve cennet ve cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (İki Makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şuâ ve Münâcat Risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

(11. Şua)


Hem nasıl iman-ı billah âhiretsiz olmaz, öyle de Onuncu Söz’de kısa işaretlerle beyan edildiği gibi hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki uluhiyet ve mabudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedanî ki her sahifesi bir kitap kadar ve her satırı bir sahife kadar manaları ifade eder. Ve öyle cismanî bir Kur’an-ı Sübhanî ki her bir âyet-i tekviniyesi ve her bir kelimesi, hattâ her bir noktası, her bir harfi birer mu’cize hükmündedir. Ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir mescid-i Rahmanîdir ki her bir köşesinde bir taife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mabud-u Bi’l-hak, o kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları ve o Kur’an-ı Samedanî’nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin ve o üstadlara ve müfessirlere ve imamlara fermanları vermesin? Hâşâ, yüz bin hâşâ!

(11. Şua)


Evet, Onuncu Söz’de ve Nur eczalarında bürhanlarıyla ispat edilmiş ki: Her baharda, zîhayattan üç yüz bin nevi ve çeşit çeşit tarzlarda ve hadsiz efradı bulunan bir ordu-yu Sübhanî, rûy-i zeminde ihya ediliyor.

(15. Şua)


وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ dir. Yani daire-i huzuruna ve âlem-i bâkisine ve âhiretine ve sermedî dâr-ı saadetine gidileceği gibi bütün kâinattaki mahlukatın mercii odur, bütün esbab silsileleri ona dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufatına birer perdedirler, o kudret-i kudsiyenin izzetini ve haşmetini muhafaza için bütün zahirî sebepler yalnız birer perdedirler, icadda da hiç tesirleri yoktur, emir ve iradesi olmazsa hiçbir şey hattâ hiçbir zerre hareket edemez demektir. Bu kelimedeki hüccete gayet kısa bir işaret ederiz:

Evvela: Bu kudsî kelimenin ifade ettiği haşir ve âhiret ve hayat-ı bâkiye hakikatinin bu gelen bahar gibi kat’î ve şüphesiz tahakkukunu ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyllerine ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e ve Meyve’nin Yedinci Meselesi’ne ve Münâcat Şuâı’na ve Nur’un imanî risalelerine havale ederiz. Elhak onlar, bu rükn-ü imanîyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle ispat etmişler ki dünyanın mevcudiyeti derecesinde âhiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir surette ispat etmişler.

(15. Şua)


Onuncu Söz’ün âhirinde denildiği gibi bu kâinat Sâni’inin sermedî rububiyeti, rahmeti, hikmeti, ezelî ebedî cemali, celali, kemali ve nihayetsiz sıfatları ve yüzer isimleri âhireti kat’î bir surette istediği gibi; Kur’an, binler âyât ve bürhanları ile ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm yüzer mu’cizat ve hüccetleriyle ve bütün enbiya aleyhimüsselâm ve semavî kitaplar ve suhuflar, hadsiz delilleriyle şehadet ettikleri dâr-ı âhiretteki hayat-ı bâkiyeye inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neş’et eden bir manevî cehenneme atar, daima azap çeker.

(15. Şua)


Hem âhiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delâletini Meyve Risalesi ve Onuncu Söz’ün zeylleri beyan ettikleri gibi öyle de her bir rükün hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir.

(15. Şua)


Resaili’n-Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.

(1. Şua)


Lâsiyyemalar

Onuncu Söz’ün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamıdır.

(Lasiyyemalar, Mesnevi-i N.)


Nokta’nın ikinci kısmı, haşir ve melaike ve beka-yı ruha ait olduğundan ve bu hakikatleri kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve Onuncu Söz gayet parlak bir surette izah ettiğinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi.

(Nokta (Mesnevi-i N.))


Onuncu Nota: Marifetullaha yol açacak, bid’aların kesreti zamanında Risale-i Nur unvanını alacak ve en evvel “Ey ehl-i iman! Öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesap günü var, uyanın!” hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söz’e mahfî işaret ettiğini…

Hulusi

(Barla L.)


وَبِاْلاۤخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Hakaik-ı mühimmesinden ve burhan-ı katiyesinden en mühimlerini Risâletü'n-Nur'un Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözleri gayet kat'i ve yakıni bir surette o hakikat-ı haşriyyeyi ve imân-ı bi'l-âhireti ispat ve beyan etmiştir.

(Fihrist Risalesi)


Bu kitap -Allah ü alem- İşarat-ül İ'cazdan evvel te'lif edilerek tabedilmiş olan "Muhakemat" kitabıdır. Ancak ilk matbu' İşarat-ül İ'cazın kenarında elle yazılmış bir yazıda şöyle: "Şu ayetin hakikî tefsiri Onuncu Sözdür. Çünkü o, haşri gelecek bahar katiyetinde ispat etmiştir." Mütercim

(İ.İ. (Badıllı))

Hikaye (Suretler)

“Hem de sen, temsilatı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz, vakıa muhalif olur?”

İkinci suale cevap: Malûmdur ki fenn-i belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikisi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir.

Mesela, kinaî misallerinden فِلَانٌ طَوٖيلُ النَّجَادْ denilir. Yani “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü mana-yı aslîsi, maksud değil.

İşte Onuncu Söz’ün ve Yirmi İkinci Söz’ün hikâyeleri gibi sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki be-gayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı aslîleri, bir temsil-i dürbünîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kāl suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.

(32. Söz)

1. İşaret

Her zerrede –hem hareketinde hem sükûnetinde– iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü Onuncu Söz’ün Birinci İşareti’nde icmalen ve Yirmi İkinci Söz’de tafsilen ispat edildiği gibi her bir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse işlenilmez, işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.

(30. Söz)


Onuncu Söz’ün Birinci İşareti’nin âhirinde “Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak her şeyin Hâlık’ına has bir iştir.” Şu cümle hem Yirmi İkinci Söz’ün Lem’alarında hem Otuz Üçüncü Mektup’un Pencerelerinde hem Yirminci Mektup’un on bir Kelimelerinde izah ve ispat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî ve örfîdir.

“Bir şeyden her şeyi yapmak”taki murad, bütün dünyanın mevcudatını bir şeyden yapmak ve icad etmek değildir. Belki ondaki murad; bir şeyden yani bir katre sudan, bir insanın, bir hayvanın her şeyini, her eczasını, her bir cihazatını halk ediyor ve bir şey olan topraktan nebatat ve hayvanatın her bir şeylerini ondan halk eder demektir.

Hem “Her şeyi bir tek şey yapmak” cümlesindeki külliyet mukayyeddir, nisbîdir. Yani insanın yediği her nevi taamdan, o insanda basit bir cilt ve bir kan ve bir et ve hâkeza…

Elhasıl: Bu külliyetten maksat odur ki bir şeyi çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da bir tek şey yapmak ancak Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.

(Barla L.)

2. İşaret

Onuncu Söz’ün İkinci İşareti’nde işaret edildiği gibi uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zat-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.

(31. Söz)

3. İşaret

Onuncu Söz’ün Üçüncü İşaret’inde denildiği gibi çendan kâfir, az bir ömürde bir günah işlemiş fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekziptir ve mevcudat âyinelerinde cilveleri görünen esma-i İlahiyeyi tezyiftir.

Onun için mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın sultanı olan Kahhar-ı Zülcelal’in kâfirleri ebedî cehenneme atması, ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.

(12. Mektup)

2. Hakikat

Altıncı Medar

“Rahmanu’r-Rahîm” olan şu mevcudatın Sâni’-i Zülcemal’inin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halâs eden ve mevcudatı, firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi; o rahmetin şe’nindendir ki beşerden esirgemesin. Çünkü bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise bilbedahe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlahiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.

Bak, rahmetin cilvelerinden ve latîf âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen görürsün ki o latîf muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akıl, en büyük bir bela olur. Demek rahmet, (çünkü rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Söz’ün İkinci Hakikati, bu hakikati gayet güzel bir surette gösterdiğinden burada ihtisar edildi.

(29. Söz)


Yedinci Medar

Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letaif, bütün mehasin, bütün kemalât, bütün incizabat, bütün iştiyakat, bütün terahhumat; birer manadır, birer mazmundur, birer kelime-i maneviyedir ki şu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inin lütuf ve merhametinin tecelliyatını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedahe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedahe hakiki rahmet vardır. Madem hakiki rahmet vardır, saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.

(29. Söz)

3. Hakikat

Onuncu Medar

Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemic olan hadsiz istidatların sümbüllenmesine müsait değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür. Öyle ise ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinayeti dahi azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise âğuş-u nazdaranesini açmış, gözlüyor. Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden burada kısa kesiyoruz.

(29. Söz)

4. Hakikat

Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikati’nde ispat edildiği gibi ebedî, sermedî, misilsiz bir cemal, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemal-i sanat, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder.

(29. Söz)


Yedinci Medar

Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letaif, bütün mehasin, bütün kemalât, bütün incizabat, bütün iştiyakat, bütün terahhumat; birer manadır, birer mazmundur, birer kelime-i maneviyedir ki şu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inin lütuf ve merhametinin tecelliyatını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedahe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedahe hakiki rahmet vardır. Madem hakiki rahmet vardır, saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.

(29. Söz)


Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün hâşiyesinde beyan edildiği gibi bir zaman bir dünya güzeli, bir âşığını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: “Tuh! Ne kadar çirkindir.” diyerek kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

(30. Lem'a)

6. Hakikat

Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakikati’nde ispat edildiği gibi değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücud-u zahirîden gitse bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünkü sureti, hadsiz hâfızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülatı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır. Elbette gayet cem’iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuur bir insanım.” diyebilirsin?

(29. Söz)

8. Hakikat

Şu mümkün, vaki olacaktır. Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil başta Kur’an-ı Kerîm binler berahin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semaviye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zat-ı Zülcelal’in evsaf-ı celaliyesi ve evsaf-ı cemaliyesi ve esma-i hüsnası, bunun vukuuna kat’î surette delâlet ederler ve enbiyaya gönderdiği bütün semavî fermanları ile kıyameti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte madem vaad etmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Söz’ün Sekizinci Hakikati’ne müracaat et. Hem başta Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın bin mu’cizatının kuvvetiyle, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sıddıkînin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi; şu kâinat bütün âyât-ı tekviniyesiyle, vukuundan haber veriyor.

(29. Söz)

9. Hakikat

Makam-ı ispatta binler misallerinden mesela

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

de haşri ispat ve istib’adı izale için öyle bir tarzda beyan eder ki fevkinde ispat olamaz. Şöyle ki: Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikat’inde, Yirmi İkinci Söz’ün Altıncı Lem’a’sında ispat ve izah edildiği gibi; her bahar mevsiminde ihya-yı arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki bunları böyle yapan zata, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envaı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad’in sikkesi olduğundan şu âyetle güneş gibi vahdaniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve kat’î, kıyamet ve haşri gösterir. İşte كَيْفَ lafzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi çok surelerde tafsil ile zikreder.

Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’cazlı misallerinden şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ

قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ

Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikat’inin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen: “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.

Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misal zevi’l-hayat envalarını, taifelerini icad eden bir Zat-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? Denilse eblehçesine bir divaneliktir.

(25. Söz)


Evet on üçüncü sahifedeki "Onuncu Suret" temsil ettiği "Dokuzuncu Hakîkat", Onuncu Söz'ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan, ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Dördüncü Medar

Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübranın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar.

Evet mesela, haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen; Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi mevtten sonra subh-u kıyamet, o destgâhtan, o saat-i uzmadan çıkacağını remzen haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emarat-ı haşriye gördüğü gibi beş altı senede bi’l-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i neviyeyi her baharda müşahede ediyor.

İşte bu kadar emarat ve işarat-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzat-ı neşriye elbette kıyamet-i kübranın tereşşuhatı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar. Bir Sâni’-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyamet-i neviyeyi yani bütün nebatat köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihya etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak; her bir şahs-ı insanîde kıyamet-i umumiye içinde bir kıyamet-i şahsiyeye delil olabilir.

Çünkü insanın bir tek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki mazi ve müstakbeli ihata eder. Dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde fertlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduddur, kemali mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise mahiyeti ulviyedir, kıymeti gâliyedir, nazarı âmmdır, kemali hadsizdir, manevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir.

Öyle ise bilmüşahede sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler ve haşirler; şu kıyamet-i kübra-yı umumiyede, her şahs-ı insanî aynıyla iade edilerek haşredilmesine remzeder, haber verir. Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikati’nde iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyet ile ispat edildiğinden burada ihtisar ederiz.

(29. Söz)

10. Hakikat

İkinci Medar

Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tamme görünüyor. Evet, inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile saadet-i ebediyeyi ilan eder.

Çünkü saadet-i ebediye olmazsa şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati, bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.

(29. Söz)


Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ sırrıyla “Her şeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Her bir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Her bir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir.” diye koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati’nde bir derece gösterildiğinden kısa kestik.

(30. Söz)


Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati’nde denildiği gibi bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardır; her bir meyvenin her bir çiçeğin o kadar gayeleri, hikmetleri vardır. Ve o hikmetler üç kısımdır. Bir kısmı Sâni’e bakar, esmasının nakışlarını gösterir. Bir kısmı zîşuurlara bakar ki onların nazarlarında kıymettar mektubat ve manidar kelimattır. Bir kısmı kendi nefsine ve hayatına ve bekasına bakar ve insana faydalı ise insanın menfaatine göre hikmetleri vardır.

(24. Mektup)

11. Hakikat

Üçüncü Medar

Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni’-i Zülcelal’in her şeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesidir ve bazen bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır.

Madem israf yok ve abesiyet olmaz, elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü dönmemek üzere adem, her şeyi abes eder, her şey israf olur. Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menafiü’l-aza şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki insanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulat dahi israf edilmeyecektir.

Öyle ise insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemalin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kat’î olarak ilan eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvi âmâl, hikmetli mevcudatın hilafına olarak israf ve abes olur, kurur, hebaen gider. Şu hakikat, Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde ispat edildiğinden kısa kesiyoruz.

(29. Söz)


Beşinci Medar

Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemic olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.

İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedit ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor. Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz.

(29. Söz)


Sekizinci Medar

İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed! Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.

Demek, bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedarın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikatinin hâtimesi bu hakikati göstermiştir.

(29. Söz)

12. Hakikat

Dokuzuncu Medar

Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. Evet, o zatın (asm) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun (asm) kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir.

Zaten bütün enbiyanın (aleyhimüsselâm) icmaını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün davaları; tevhid-i İlahîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Söz’ün On İkinci Hakikati, şu hakikati pek zahir bir surette göstermiştir.

(29. Söz)

Hatime

Şu Kadîr’in kemal-i kudretini ve hiçbir şey ona ağır gelmediğini ve en büyük şey en küçük şey gibi onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, bir tek fert gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilan ediyor: مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Şu âyetin hakikatini Onuncu Söz’ün Hâtimesi’nde icmalen ve Nokta Risalesi’nde ve Yirminci Mektup’ta izahen beyan etmişiz.

(29. Söz)


Şu sırrı izah ve ispat eden haşre dair Onuncu Söz’ün âhirinde hem melaike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’de haşir meselesinde, İkinci Esas’ın beyanında zikredilen “nuraniyet sırrı”, “şeffafiyet sırrı”, “mukabele sırrı”, “muvazene sırrı”, “intizam sırrı”, “itaat sırrı” altı temsil ile ispat edilerek gösterilmiştir ki kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir fert kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir. Madem o iki Söz’de bu altı sır ispat edilmiş, onlara havale ederek burada kısa keseriz.

(20. Mektup)


Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektup’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile ispat etmişiz ki Zat-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi suhuletle halk eder. Binler haşrin numunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddid esbaba havale edilse her bir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkülatlı ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur.

(30. Lem'a)


Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.

Hem bir âmir, bir “Arş!” emriyle bir tek neferi hücum ettirdiği gibi muntazam ve mutî bir orduyu dahi o tek emriyle hücuma sevk eder.

Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, bir tek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı, derelerin dibine indirebilir.

(7. Şua)


وَ بِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَ الشَّفَّافِيَّةِ وَ الْمُقَابَلَةِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِمْتِثَالِ dir. Bunun izah ve tafsilatını, Onuncu Söz’ün âhirine ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e ve Yirminci Mektup’a havale edip kısaca bir işaret ederiz.

(15. Şua)

Zeyiller

Evet Risaletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine mesela, Kur’an’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.

(Barla L.)


Hem buraca faydası görülen haşre dair parçaları Onuncu Söz’ün âhirinde toplayıp bir lâhikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şuâ olan mukaddime-i haşriye, Onuncu Söz’ün arkasında yazılacak. Ve bunun arkasında, o mukaddime-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Hayy’a dair Dördüncü Remiz yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şuâ olan Tevhid Risalesi’nin haşri ispatına dair Hâtime’sinin başından tâ “Bu haşrin dört meselesi şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.” cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasında İhtiyarlar Lem’asının Beşinci Rica’sının ortasından başlayan “Evet, nass-ı hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın ilâ âhir.” tâ Altıncı Rica’ya kadar yazılacak. Eğer haşre ait, sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa münasip görseniz ilâve edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının tesiri büyüktür.

(Kastamonu L.)


Evvela: Bu kudsî kelimenin ifade ettiği haşir ve âhiret ve hayat-ı bâkiye hakikatinin bu gelen bahar gibi kat’î ve şüphesiz tahakkukunu ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyllerine ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e ve Meyve’nin Yedinci Meselesi’ne ve Münâcat Şuâı’na ve Nur’un imanî risalelerine havale ederiz. Elhak onlar, bu rükn-ü imanîyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle ispat etmişler ki dünyanın mevcudiyeti derecesinde âhiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir surette ispat etmişler.

(15. Şua)


Hem âhiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delâletini Meyve Risalesi ve Onuncu Söz’ün zeylleri beyan ettikleri gibi öyle de her bir rükün hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir.

(15. Şua)


İkinci vazife de; “Onuncu Söz” zeylleriyle beraber, iki Mu’cizat risaleleri ve zeyllerinin âhirinde bulunmak lâzımdır. Birinci vazifesini bitirenler, yine mevcudu varsa bir cilt içine almaya çalışsınlar yoksa tedarik etsinler. Çünkü âlem-i İslâm, şimdiki intibahı, vahdet-i İslâm’a çalışması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük dairelerin geniş nazarlarına elbette büyük mecmualar lâzımdır.

(Emirdağ-1 L.)

Bu Risaledeki Tevafuklar

Evet, Kur’an’dan tereşşuh eden İşaratü’l-İ’caz ve Risale-i Haşir’de kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun, bulunmasın bence bir keramet-i Kur’aniyedir. İşaratü’l-İ’caz’ın bir sahifesine dikkat ettik, satırların başında bütün hurufat ikişer ikişer olup hârika bir intizam ile hurufatın vaz’edildiğini gördük. Onuncu Söz’de medar-ı tevafuk 3,4,5,6 rakamları, her birisi on üçte ittifakları; o on üçün de Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki kâğıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur’aniyedir, bir ikram-ı İlahîdir ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telakki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor. Onlar muvakkat hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidraca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate –hususan bu zamanda– hizmet edemiyor.

(Barla L.)


Gayyur, zeki, ciddi, sıddık, hakiki kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!

Bu cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rüyaya benzer fakat rüya değil, hayalen gördüm ki: Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım! İnayat-ı Seb’a namıyla beyan edilen büyük inayetler varken Onuncu Söz’deki cüz’î inayete bu kadar ehemmiyet vermenin sebep ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise… Ben de Hulusi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hâfız Ali de dinlesin):

Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise benim o ciddi arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zat bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için birkaç gün lâzım. Çünkü risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki kısa hafif bir vesile elime geçip bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlasına itimat edip onların mükâfatını rahmet-i İlahiyeye havale ediyordum.

İşte Cenab-ı Hak evvel İşaratü’l-İ’caz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimat ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler. Fakat İşaratü’l-İ’caz’daki izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşaratü’l-İ’caz’ın iki saatte verdiği faydayı Onuncu Söz iki üç dakikada aynı faydayı verdi.

Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Söz’deki tevafuk bize ve misafirlere çok faydalıdır ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı Rabbanîdir.

Üçüncüsü: Bilirsiniz ki fazla iştigalattan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddi olan hakaik-i Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neşelendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden, latîf bir sanat-ı bedîiye suretinde bir lütfunu gösterdi.

Hem o latîf ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet, bir anahtar hükmüne geçip Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüp eden ve yardım eden inayet-i Rabbaniye o kadar çoktur ki eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Söz’ün hurufatındaki sır, hiç kimsenin sun’ ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için daha ehemmiyetli göründü.

Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilatını ehemmiyetle tetkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir iki saat zarfında nota nevinden işaretler koydum. Birinci defaya itimat edip daha tetkik etmedim. Halbuki tabiratımda bazı kusur var, fehmi işkâl eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünkü o ibare o maksudu ifade edemiyor.

“Madem öyledir, bu sözün latîf tevafukat-ı harfiyesindendir ki” mebhasındaki “Hem sahifenin yirmi iki olmak itibarıyla, yazı bulunanların” yerinde “yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin hakiki ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cilt üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üç yüz kırk iki (1342)” ilh. Hem o mebhastaki bu cümle “Hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki âyetin melfuz (altmış altı) hurufuna tevafuk ediyor.” Yerinde “Âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmış yedi) olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor. O âyet Sure-i İhlas’ın hurufatına hem lafzullahın makam-ı ebcedîsine tevafuk ediyor.” denilmeli.

Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Barla L.)


Aziz, ciddi, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede samimi ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki sizleri hudutsuz bir sahra-yı hakikatte bana enis arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazen pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda malayani zannedilen bazı meselelerde, fazla takip ediyorum ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mesele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

Bir iltifat-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için ihtiyarsız olarak kemal-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak “Aman geliniz siz de görünüz.” diyorum. Evet, nasıl ki bir padişahın has bir edna işaretine mazhar olmak, kanun-u umumîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur. Öyle de Hâlık-ı Zülcelal’in hususi iltifatını îma eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise o yolda sarf edilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârane taşkınlıkla, dikkatsizlere malayani ve israf sayılan böyle tevafukata dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

Onuncu Söz, Kur’an’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şule-i i’caz-ı Kur’anîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emareler ile manevî i’caz-ı Kur’an hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmalen hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söz’e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

Bu defa lafzullahın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz’de öyle bir tevafuk gösterdi ki kat’iyen tesadüfe havale edilmediği gibi başka emareler ile o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medar olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.

Madem işaret-i gaybiye var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î rakamları da o işarete mal edilir. Madem mecmuunda işaret var, bütün eczası o işaretin hikmetine tabidir, tesadüf orada oynayamaz. Hattâ yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikat’teki elif sayılmamak lâzım gelirken sehven saymıştım. Sonra anladım ki bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için hakları sayılmaktı. Onların sair arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise… Kendimin tereddüdü için değil çünkü kat’î kanaatim gelmiş, belki başkasının şüphe ve tereddüdünü izale için bazı muvazeneler yaptım:

Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi altı yüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi telifatım Türkçe ve Arabî olan iki yüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.

Demek bu Onuncu Söz’de ve İşaratü’l-İ’caz’daki ekseriyet-i mutlakanın tevafukatı, gizli bir işaret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmuunda işaret bulunsa yeter. Her cüzünde işareti göstermek lâzım değildir fakat her cüz işaretin malıdır ve onun hikmetine tabidir. Size acele edip en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az hâşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile yine bu nüsha ile mukabele ederek sonra Âsım Bey’e gönderiniz.

Bu defaki Hulusi Bey’in mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavis içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektup’un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavisler haricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hâfız Ahmed ve Mehmed Celal ve Hâfız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakikatte sair kardeşlerimize selâm ediyorum. Hâfız Veli ile çendan geç görüştük fakat Hâfız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gayet ciddi bir kardeşim olduğundan, Hâfız Veli’ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektup yazmıştı, vakit bulamıyorum ki mektubuna cevap vereyim. Ehl-i kalp için bazen sükût dahi bir konuşmaktır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Kardeşlerim, affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, süratli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hali malûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektup perişan oldu, onun için kusura bakmayınız.

Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektupta size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Mesela benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.

(Barla L.)


Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu’cizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü’l-Kübra gibi çok risaleleri dahi her biri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şüphe bırakmıyor.

(Kastamonu L.)


Bugünlerde Tefsir’in ve Onuncu Söz’ün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilat israftır, ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın. Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli bir mesele vardır. Hem madem tevafukta bir inayet-i hâssa ve iltifat-ı Rahmanî Risale-i Nur’a karşı tezahür etmiş. O iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç, ne kadar ifratkârane de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim:

Birincisi: Her şeyde –ne kadar cüz’î de olsa– bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakiki olarak olmamasıdır. Evet, kesretin en çok dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşerî karışmayan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüp, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybî tahtında vaziyetler veriliyor. Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir ki böyle cüz’î ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde ve irade-i âmme cilvesinde, bir inayet-i hâssa suretinde, Risale-i Nur’a bir imtiyaz nevinde, hususi bir teveccüh ve iltifat görülmüş. Ben bu derin meseleyi görmek için İşaratü’l-İ’caz tefsirinin tevafukatına dikkat ettim, kat’î bir kanaat ile o sırrı bildim ve hissettim.

İkinci cihet: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kapta bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o bîçare adam, o pek büyük zata karşı, hediyenin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zatın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitap gibi öpse ve başına koysa israf olmadığı gibi; aynen öyle de Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inayet-i hâssa iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet, böyle bir zatın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.

(Kastamonu L.)


Onuncu Söz’ün tevafukatındandır ki Onuncu Söz’ün satırları hem telif tarihine hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilanına tevafuk ediyor ki haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalalet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir.” demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla ehl-i dalaletin kalplerindeki inkâr-ı haşri kalplerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün hârika bürhanlarını gözlerine soktu.

(Tarihçe-i H.)


193 (ياَ ايُّهَا النَّاسُ...) kıyamete âhirde (فَانْظُرْ اِلٰى...) ihyaya evvelde

193 (اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ...) kıyamete (مَا خَلْقُكُمْ...) ba'se

193 (elif'lerin mecmuu)

193 (onuncu söz)

191 (müellif)

193 (Bedîüzzaman)

(Zülfikar)


Onuncu Söz'ün kerametkârane letaif-i tevafukiyesindendir ki matbu nüshasında ekseriyet-i mutlaka ile sahifelerin elif adedinde tevafukları olduğu gibi, bir iki müstesna olarak mütebakisi medar-ı tevafuk olan üç, dört, beş, altı {Hâşiye[18]} adetler dahi yine manidar olarak her birisi birbiriyle on üçte tevafuk ettiği misillü çok sırlar var. Bu kere o matbu nüshadan hiçbir tevafuku takip etmeyerek Hâfız Ali'nin (rh) yazdığı Onuncu Söz'de kendi kendine gelen sahifelerin satırlar başındaki elifler, yalnız bir tek sahife müstesna olarak bütün sahifeler birbirine tevafuk etmek ile beraber, eliflerin mecmuu yüz doksan üç ederek hem bu Onuncu Söz'ün ismi olan "Onuncu Söz" aded-i ebcedisine tam tamına tevafuk ettiği gibi Onuncu Söz'ün müellifinin ikinci ismi olan "Bedîüzzaman" isminin bir fark ile aded-i ebcedisine tevafukunu gördük.

Ve bu tevafuk manidar olduğuna latif bir emaresi de şudur: Risale-i Nur'un iki talebesi, bu sır tezahür etmezden evvel "Acaba bu eliflerin adedinde bir mana var mı?" diye düşünürken, her ikisinin kalplerinden lisanlarına "Onuncu Söz" kelimesi birden aynı anda gelmesi ile iki kalbin ve iki lisanın tevafuku takviye ediyor.

Bu yüz doksan üç adedinin ikinci manidar tevafuku da şudur ki: Haşri ders veren baştaki فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ...إلى آخر ayetin ve âhirinde kıyameti ve kıyametin dehşetini ders veren يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ...إلى آخر ayetin kudsî harflerinin mecmu-u adedi olan yüz doksan üç adedine bu yüz doksan üç elifin tevafuku elbette tesadüfî değildir.

Latiftir ki و البَعْثُ بَعْدَ الْمَوْت حَقّ rükn-ü imaniyenin evveli olan dünyanın ölmesini âhirki ayet haber veriyor. Ve o rüknün âhiri olan ihya-yı emvatı birinci ayet haber veriyor. Öyle de البَعْثُ بَعْدَ الْمَوْت حَقّ cümlesinde aynen evvel-i kelime âhiri, âhir-i kelime evveli gösteriyor.

Hem yine haşri ve ihyayı ders veren ve hâtimede mezkur olan مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ اِنَّ اللّٰهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ ayetiyle ve kıyametin zelzele-i kübrasını ders veren ve âhirde hem Onuncu Söz'ün hem Yirmi Dokuzuncu Söz'ün âhirinde zikredilen اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا suresinin melfuz kudsî hurufatının adedi olan yüz doksan dörtte bir tek fark ile bu eliflerin yüz doksan üç adedine tevafuk etmesi, sabık tevafuka tam tevafuk etmekle hem onları teyid ediyor hem de onlarla teeyyüd ediyor.

Yine bu Sözün tevafukat-ı latîfesindendir ki: Elifler ile satırların mecmu-u adedi olan dokuz yüz doksan sekiz Risaleti'n-nur, şeddeli nun iki nun sayılmak şartıyla aynen dokuz yüz doksan sekizde tevafuk ettiği gibi; bu iki tevafuk, meşhur bir sırr-ı azîmi besmelenin {Hâşiye[19]} makam-ı ebcedisi olan dokuz yüz doksan dokuz adedine bir tek noksan ile tevafuku {Hâşiye[20]} Onuncu Söz'ün ne kadar yüksek noktalara baktığını îma ediyor. {Hâşiye[21]}

Risale-i Nur şakirdleri namına

Re'fet, Rüşdü, Hüsrev, Said Nursî

(Zülfikar)


İhtar: Nasıl ki risalelerde kelime tevafukatı Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın Lafza-i Celal tevafukatına bir basamak ve Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o sırrın anahtarları oldular.

Öyle de İşaratü'l-İ'caz'daki tevafukat-ı harfiye, maksud-u bizzat değildir. Belki Sure-i اِنَّٓا اَعْطَيْنَا sırrına bir basamaktı.

Şimdi matbu Onuncu Söz'ün tevafukatı dahi Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ sırrına yetişmek için bir basamaktı. Fakat o basamak fikirlerde tam yerleşmediği için, o sır da tam açılmadı. Yalnız göründü ve der-akab kapandı.

Demek o iki risalenin tevafukat-ı harfiyesine ciddi ehemmiyet, o iki sure-i kudsiyenin sırlarının ehemmiyetinden gelmiştir. Ben de şimdi bu hikmeti anladım. Ehemmiyetsiz zannettiğim münasebat-ı tevafukiye ehemmiyetli olabilir. Çünkü gayet mühim sırlara hizmet ederler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Hâmisen: İşaratü'l-İ'caz ve Onuncu Söz ve Yirmi Sekizinci Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Söz risalelerinde Lafzullah'a işaret eden elif harfinin gösterdiği sırlar, Kur'an-ı Azîmüşşan'da Lafzullah'ın tevafuk sırlarından tereşşuh ettiğini ve ondan geldiğini ve ona işaret ettiğini ve onun anlaşılmasına basamak olduğuna şimdi kat'î kanaatimiz gelmiştir.

Sâdisen: Kur'an-ı Hakîm'in satırlar başı, her kâtip ve her matbaa için serbest kalmak hususunda ve ümmete her tarzda Kur'an'ı yazmaya mezun olmak cihetiyle sırlara medar edilmemiş. Onun için İşaratü'l-İ'caz'da ve Onuncu Söz'de satırlar başındaki elifler tevafukatı, Kur'an'daki Lafzullah'a bakar. Kur'an'ın satırlarının başlarına bakamıyor. Çünkü Kur'an'ın satırlarının başları sırra medar olsaydı tahdid edilirdi. Ümmet yazı hususunda serbest kalamazdı.

İsm-i Celal ve İsm-i Rab tevafukatı yalnız bir cihetle değil, belki müteaddid vücuhu var. Hem tevafukat içinde latîf nükteler var. Ezcümle:

Yirmi Sekizinci cüzde İsmullah beş defa on bir, beş defa on, beş defa on üç geliyor. Beş defa on üç altmış beş olup ism-i هُوَ olmakla beraber sırr-ı tevafukta ve bilhassa اِنَّٓا اَعْطَيْنَا sırrında on beş defa on üç adedi o sırrın keşfine medar olduğu gibi; İsm-i Celal'ın Kur'an'daki sırr-ı tevafukuna bir basamak ve bir mukaddime olan Onuncu Söz'deki elif tevafukatının medarı olan (dört, beş, üç, altı) adetleri her biri o risalenin mecmuunda on üç defa gelmesi bu tevafuka manidar bir letafet daha katarlar. (Haşiye: Onuncu Söz'ün elif tevafukatı ile yirmi sekizinci cüzün Lafzullah tevafukatına zarif bir tevafuku şudur ki: Onuncu Söz'ün beş adedi on üç defa tekerrür edip altmış beş هُوَ olur. Yirmi sekizinci cüzde Lafzullah'ın on üç adedi beş defa tekerrür ettiğinden yine altmış beş olup لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der.)

(Rumuzat-ı Semaniye)


Matbu Onuncu Söz'ün latîf tevafukat-ı harfiyesindendir ki ekseriyet-i mutlaka ile ya üç elif ki Lafzullah olur. Veya beş altı ile tevafuk ediyor ki Lafz-ı هُوَ olur. Hem otuz beşinci sahifede beşinci hakikatte iki beş üç beşte tevafuk ediyor. Hem başta cilt olan iki sahife ile beraber altmış beş oluyor. Yine Lafz-ı هُوَ oluyor. Sure-i Kevser'in hurufatı gibi...

Hem Sure-i Kevser'in hurufatına tevafuk ediyor, hem en âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış yedi olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor.

Eğer âyette medde sayılmazsa beyaz sahifeye lüzum olmadığı gibi beyaz satırlara da lüzum kalmaz. Tam tamına sahife yirmi iki satır yazılı olmak üzere, âyetin hurufat-ı melfuzasına tevafuk eder. Yalnız on üç satır beyaz dâhil olacak. On üç adet tekrar kendi sırrını gösterdi.

Eğer medde Lafzullah'ın meddesinden başka sayılmazsa ve şedde sayılsa tam tamına kitabın âhirdeki altmış üç sahifesine tevafuk ediyor. Eğer şedde ve yedi medde sayılmazsa hemze-i vasl sayılsa, tam tamına altmış üç sahifesine tevafuk ediyor.

Hem sahifenin satırları yirmi iki olmak itibarıyla yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin hakiki ve itibârî satırlarına bu baştaki ismin iki satır ilâvesiyle 1342'de mebde-i telifine ve inkâr-ı haşre emare olan lâdinî siyasetinin ilanı ve Latinî hurufunun resmen kabulü tarihine bir tek fark ve bir ق ile اَلْاٰخِرَةُ حَقٌّ makam-ı ebcedîsiyle hattâ şu risalenin sırf hakiki satırlarına başta el yazısı ile yazılan isim ve tenbihe ait yedi satır ilâvesiyle müellifin veladet tarihine tevafuk ediyor.

Hem Onuncu Söz'ün latîf tevafukat-ı elifiyesindendir ki beş rakamı risalenin mecmuunda on üç defa olmakla altmış beş olup yine Lafz-ı هُوَ teşkil etmekle beraber, bir sure-i âhiret olan Kevser'in hurufatına tevafuk ediyor. Hem risaledeki altı rakamı on üç defa olduğundan bu beş ile altı on üçte tevafuk ediyor. Bu iki mütevafıklar, risaledeki üçlerin onuncu, ikinci, üçüncü suret ve hakikat kelimelerindeki elif sayılmazsa en baştaki iki sahifenin iki üçleri ikişere iner. Yine on üç defa olup o iki mütevafıkla o adette tevafuk ediyor. Bu üç mütevafık, o mezkûr elifler sayılsa dört rakamı da mecmu-u risalede on üç defa olup bu üç mütevafık o dört rakamıyla on üçte yine tevafuk ediyor.

Elhasıl: Beşler on üç, altışar yine on üç, üçer yine on üç, dörder on üç.

Bu muzaaf tevafukları tesadüfî zannedenler, zannederiz ki insan suretinde kör bir şey olmalı ki kör tesadüfe bu hikmetli işi havale ediyor.

Bu mübarek beş ile altı, mukaddes هُوَ lafzının harfleridir ve o kudsiyetten aldıkları feyz ile İşaratü'l-İ'caz'da yine hârikulâde vaziyetler gösterdiler. Ve bu risalede beşlerin elifleri altmış beş olmakla Sure-i Kevser'in Besmele ile beraber aded-i hurufuna tevafuk ile Kevser gibi هُوَ olur.

Altının elifleri yetmiş sekizdir. İki altı tevafuka girmemiş, bir altı on üçüncü sahifede "Onuncu Suret" elifi sayılsa yedi olur. Demek gayr-ı mütevafıkın sukutu ile beraber altı, yediye çıkmakla elifleri altmış yedi olup Sure-i İhlas'ın Besmele ile hurufatına tevafuk ediyor. Aynı Sure-i İhlas gibi Lafzullah'a makam-ı ebcedî cihetiyle tevafuk ediyor.

Demek nasıl ki Sure-i İhlas لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, Lafzullah'ı gösterir. Sure-i İhlas gibi altı cümlesine tevafuk eden altının elifleri لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diye Allah'a işaret eder.

Hem nasıl ki Sure-i Kevser لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der, هُوَ yi gösterir. Öyle de beşin elifleri dahi لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ der, هُوَ yi gösterir.

Hâtime

Kanâatimiz geldi ki ehl-i ilhadın haşr-i cismanîyi resmen inkâr etmek istedikleri hengâmda, iktidar ve ihtiyarımızın haricinde Onuncu Söz yazdırıldı. Şimdi mürur-u zamanla her vakit mütalaası lâzım gelen Onuncu Söz'e bir lâkaytlık gelmekle beraber, haşr-i cismanî yine bir şiddetli taarruza maruz bulunduğunu îma edip bizi ikaz eden şiddetli bir surette inayet-i İlahiye nazar-ı dikkati Onuncu Söz'e bu garib tevafuklarla tekrar celb etti. Bu risalede tevafuka medar olan bu beş, altı, dört, üç rakamlarının her birinin yekûnü on üçte tevafuk etmeleri, Onuncu Söz'ün on üçüncü sahifesine bilhassa nazar-ı dikkati celb ettiriyor. O dört ile beş dokuz, üç ile altı dokuz olmakla yine Dokuzuncu Hakikat'a nazar-ı dikkati celb ettiriyor.

Evet on üçüncü sahifedeki "Onuncu Suret" temsil ettiği "Dokuzuncu Hakîkat", Onuncu Söz'ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan, ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum.

Şu risalenin medar-ı tevafuku olan üç, altı, beş, dört rakamlarının her birinin yekûnü on üç olması, bir sure-i âhiret olan Sure-i Kevser'in sırrına dair Altıncı Remiz'de on beş defa tekerrür eden on üç adedine tevafuk etmesi bir işarettir ki Haşir Risalesi Sure-i Kevser'e tam bakar ve oradan emir alır.

Âhirdeki dört, altı, üç, beş şu rakamların tevafuksuz gelmelerinin sebebi, bu rakamlar âhirde her biri on üç olduğunu göstermek için bilmecburiye birer birer kendi mütevafıkıyla değil, belki on üçteki arkadaşlarıyla birleşmeye mecbur oldular. Hem altı ile arkasındaki üç, kitabın hâtimesindeki altmış üç rakamına tevafuk etmek için tevafuktan çıkmışlar.

Kitabın başında en evvel dört rakamı dördüncü sahifede geldiği için âhirde en evvel o imza ediyor. Beş öteki arkadaşlarından sonra işe giriştiği için o arkadaşlarından sonra on üç senedini imza ediyor.

Bu risalede elif tevafukatı bir kısım risalelerimizde âsârı görünen geniş bir sırdan ileri geldiğine kuvvetli bir delil, İşaratü'l-İ'caz'da acib ve garib tevafukat-ı harfiye ve elifiyesidir. Ve pek zahir bir bürhanı dahi Yirmi Sekizinci Mektub'un İnâyât-ı Seb'a'sında yirmi sekiz elif fâsılasız gelmesi ve o mektubun numara ve isim adedini göstermesi ve iki sahifenin birinci satırı müstesna olup bütün satırları başında elif olarak birbirine muvafık olmasıdır.

Nasıl ki risalelerde kelime tevafukatı Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın Lafza-i Celal tevafukatına bir basamaktı ve Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o sırrın anahtarları oldular.

Öyle de İşaratü'l-İ'caz'daki tevafukat-ı harfiye maksud-u bizzat değildi, belki Sure-i اِنَّا اَعْطَيْنَا sırrına bir basamaktı.

Şimdi, bu Onuncu Söz'ün tevafukatı dahi, Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ sırrına yetişmek için bir basamaktı. Fakat o basamak fikirlerde tam yerleşmediği için o sır da tam açılmadı. Yalnız göründü ve der-akab kapandı.

Demek o iki risalenin tevafukat-ı harfiyesine ciddi ehemmiyet, o iki sure-i kudsiyenin sırlarının ehemmiyetinden gelmiştir.

Ben de şimdi bu hikmeti anladım. Ve ehemmiyetsiz zannettiğim münasebat-ı tevafukiye ehemmiyetli olabilirler, çünkü gayet mühim sırlara hizmet ederler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Hem ezcümle sırr-ı tevafukat-ı Kur'aniyenin bir müjdecisi ve bir basamağı olan matbu Onuncu Söz'ün Lafzullah'ın muhtasarı olan elifin tevafukat-ı acibesine medar olan 3, 4, 5, 6 rakamları Onuncu Söz'de her birinin tevafukatı tam on üçer defa gelmesi ve birbiriyle o surette tevafuk etmeleri ve beşin 13 defası 65 olup, rakam harfe çevrilse هُوَ olduğu gibi, Yirmi Sekizinci Cüz'de dahi 13 Lafzullah'ın tevafukatı 5 defa olup yine 65 olarak Lafz-ı هُوَ 'yi ifade edip, dikkat edenlere لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ dedirtip bir letafet daha katar.

ÜÇÜNCÜ PARÇA

İki küçük kısımdır. Birisi haşre ve âhirete dair pek çok âyetlerin parlak bir tefsiri ve gayet kuvvetli bir bürhanı olan Onuncu Söz'ün tevafukatına dairdir ki, bir sure-i âhiret olan Sure-i Kevser'in bir sırrından tereşşuh edip Sure-i Nasr'ın bir sırrına vesile olmuştur.

Ezcümle: Onuncu Söz'ün başındaki âyetin hurufatı o risalenin sahifelerini tevafukla gösterdiği gibi; hakiki ve itibarî satırları inkâr-ı haşrin emareleri zamanı olan vakt-i telifini ve yalnız hakiki satırları müellifin mebde-i hayatı gibi sırları tevafukla gösteriyor. Ve medar-ı tevafukatı 3, 4, 5, 6 rakamları her birisi 13 defa gelmesiyle mühim bir sırr-ı اِنَّٓا اَعْطَيْنَا 'yı açan 13 defa 13 rakamına tevafuku pek latîf ve manidardır. Ve fakir müellifinin eski hayatını bırakıp Yeni Said suretine girdiği 13 sene müruruna tam tevafuk ediyor.

(Rumuzat-ı Semaniye)

Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler

On Üçüncü Âyet

Sure-i Âl-i İmran’da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

On Dördüncü Âyet

Sure-i Nisa’da لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

Bu iki âyet bu asra da hususi bakarlar.

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakiki tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var.

Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risalei’n-Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلَّا اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resaili’n-Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.

Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Söz’ün iştiharı hengâmına hem اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar.

(Şualar, 1. Şua, 14. Âyet)


Hapsin bir latîf hatırasıdır ki, Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i ma‘nâda Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın ilminden sordum: “اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا demişsin. Muradın nedir?” Dedi: “عُجْمٍ yani hecevârî, terkîbsiz ve vakıflarda olduğu gibi, rakamvârî şekilsiz harflerdir ki, ‘Latinî hurûfu’dur, lâdînî zamanında taammüm eder.” Sonra sordum: “Ercûze’nde benden bahs ile, ‘Kendini muhâfaza et!’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat kendimizi muhâfaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler def‘a daha ehemmiyetli olan Risâle-i Nûr’dan bahs ve işaretin yok mu?” dedim. Dedi: “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemde tasrîh ediyorum.” Ben bu cevabdan sonra, kasâid-i Aleviyeden en meşhur ve en ziyâde esrârlı olan Celcelûtiye kasîdesinde bu fıkrayı gördüm:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً

تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

Dikkat ettim, sarâhat derecesinde Risâle-i Nûr’a bakar. Ezcümle; Siracü’n-Nûr bir tek fark ile tam ve aynen Risâle-i Nûr’dur. Çünki Siracü’n-Nûr’da (ج ل ا) ile beraber otuz dört eder. Risâlede (ل ه) otuz beş eder ki, bir tek fark var. O tek fark elif’tir. O da bine işaret eder. Hem birinci fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli veya elli iki eder ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un gizlenmesine ve gizli parlamasına ve iştiâline tam tevâfuk eder. Eğer بَيَانَةً kelimesi sayılmazsa (Hâşiye[22]) o vakit سِرًّا kelimesinin âhirindeki tenvîn, nûn sayılır. Bin üç yüz otuz üç veya otuz beş (m. 1919) olur ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un mebde’-i intişârıdır. İkinci fıkra olan تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا’da سِرَاجُ السُّرْجِ yine on farkla Risâle-i Nûr’a ve farksız ‘Risâle-i Nûrî’ tevâfuk etmekle beraber, tamam fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin iki yüz doksan üç (m. 1877) eder ki, Risâle-i Nûr müellifinin târîh-i velâdetidir. Ve سِرًّا ’deki tenvîn nûn olsa, bin üç yüz kırk üç (m. 1927) olur ki, Risâle-i Nûr’dan Onuncu Söz’ün intişârıyla ile parlaması zamanıdır. Eğer اَلسُّرْجِ’deki şeddeli (س) iki (س) sayılsa, o vakit bin üç yüz elli üç (m. 1935) eder ki, bu tarih Risâle-i Nûr’un bir musibet neticesinde muvakkat gizlenmesine ve gizli perde altında parlamasına ve tenvîrine tam tevâfuk eder. Acaba Hazret-i Alî radıyallâhü anh gibi, esrâr-ı hurûf ve cifir ilminde üstâd-ı mutlak; ve Celcelûtiye gibi cifirli, ebcedli, sırlı bir kasîdesinde bu ma‘nâ cihetiyle ve cifir i‘tibâriyle ve hakîkat noktasında ve vâkıaya mutâbakatı haysiyetiyle ve muktezâ-yı hâle muvâfık olan müteaddid ve ma‘nîdâr tevâfukāt-ı acîbesi tesâdüf olabilir mi? Hâşâ olamaz! Belki Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın bir kerâmetidir. Ercûze’deki çok zâhir olan meşhur kerâmetini te’yîd ve onunla teeyyüd eder.

Celcelûtiye’nin Risâle-i Nûr’a işaretini te’yîd eden cây-ı dikkat bir tevâfuk var. Şöyle ki: Bu sırlı ve cifirli kasîdenin cifrî hesâbî rakamları, her satırın altında matbû‘ olarak yazılmış. O ra­kamlar ayrı ayrıdırlar. Fakat Risâle-i Nûr’dan bahsettiği yerde o cifrî rakamlar, resmen kabûl edilen mîlâdî tarihe tevâfuk ediyor. Ve o tarihin târîh-i kabûlünü ve Risâle-i Nûr’un perde altında tenvîrinin tarihini gösteriyor. Bin dokuz yüz yirmi dokuzdan (m. 1929) tâ otuz dokuza (m. 1939), tâ kırk dörde (m. 1944) kadar gösterir. Otuz iki sahîfeden ibâret olan o kasîdenin yalnız bir-iki yerinde bu zamanın mîlâdî tarihini gösterir. Zannederim ki öteki yerde dahi, bu zamandan bahsediyor. Daha tam anlayamadım.

(28. Lem'a)


Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz.

Şöyle ki: İki ت sekiz yüz, iki ن yüz, iki م seksen, iki ك kırk, üç ز yirmi bir, üç ى otuz, bir ب bir ح on “lafzullah” altmış yedi, bir ع yetmiş, dört ل dört ا yüz yirmi dört olup yekûnü bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor.

Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü’n-Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’yle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırk ikide intişarları ve kırk altıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki bu âyet ona hususi bir iltifatı var.

(1. Şua)


Hem İmam-ı Ali (ra) onuncu mertebe-i ta’dadında onuncu sure olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berata bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فٖيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle Onuncu Söz namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi’ne işaretle beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan hem Leyle-i Beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor.

Evet Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.

(1. Şua)


Hem onuncu mertebe-i tâdâdında kıyamet ve leyle-i Beraete bakan

وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ

deyip mânâ-yı işarisiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izâle eden ve leyle-i Beraet'in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söze işaretini gösterir.

(1. Şua)

10. Söz'ü Tenkit

Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidine karşı güzel bir cevaptır. (Fakat bu mecmuaya idhal edilmemiştir.)

(Fihrist (Mektubat))


Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazarla, vâhî bazı tenkidatı, Onuncu Söz’ün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zatın sathî sualine, sathî olarak cevap vermiş:

Birincisi: O zat demiş ki: “Onuncu Söz’ün hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfât ve esma-i İlahiyeye bina edilmiş.”

Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri hakikatlerden evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra hakikatleri dinlettiriyor.” mealinde cevap vermiş.

Hakiki cevabı şudur ki: Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.

İşte “Hakikat”ler bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”lerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş.

Abdülmecid’in ikinci nâkıs cevabı şudur ki:

O zatın yanlış sualine mümaşat edip yanlışını kabul ettiği için yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Söz’ün “Hâşiye”sinde, ism-i a’zam, yalnız her ismin a’zamî mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: “İsm-i a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eder.” İsm-i a’zamı ispat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i a’zamı var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i a’zam da onlara bakıyor. Mesela ism-i Hâlık meratibi, benim Hâlık’ımdan tut tâ Hâlık-ı külli şey’e kadar olan mertebe-i a’zama kadar meratibi var.

O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle mutasavvıfe-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır.” ve hâkeza. Her ne ise… Bu mesele bu kadar yeter.

O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki Onuncu Söz’ün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişebilir.

İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulusi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.

Üçüncüsü: O zat müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin bir güzel mealini ya sen ya Abdülmecid kaleme alıp benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz.

(Barla L.)

10. Söz'ün Basılması

Bekir Efendi’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekalet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü tabetti. İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü yeni huruf çıkmadan tabetmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tabedilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.

(10. Lem'a))


Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman mabeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalalet başında sâıka gibi tesir gösteren Otuz Birinci Söz olan mi’rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nurani üç mevkıflı olan Otuz İkinci Söz’ü takdim ediyorum.

Eğer zatınız hattı güzel bir zatı bulup size (kendinize) istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın. Kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zatınız öyle iyi bir kâtip bulamadın, aslı sana kalmak ve birkaç defa Bekir Efendi ile beraber okumak şartıyla Bekir Efendi’ye veya Mehmed Efendi veya Hâfız Hidayet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zatlara ver, kendilerine yazdırsınlar.

Haber almışım ki Arabî olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tabedilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tabediniz. Tab masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü Haşir Söz’üne seksen banknotu sarf ettik, üç yüz banknotu kazandık.

Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa birisi tabedilse hem fiyatını çıkarabilir hem başka risalelerin de tabına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi kitaplarıma da sadakalarla tabını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi yalnız yanlışsız ve güzelce tabına ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tabettirdiğiniz risalenin masarif-i tabiyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.

Eğer tabına muvaffak oldunuz, zatınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahalisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşâallah.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

(Barla L.)


Hem üç yüz otuz beş senesinde İstanbul’da tabedilen Katre, Şemme, Habbe, Habbe’nin Zeyli ve Ankara’da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin Zeyli ve Ankara Matbaasında tabedilen Hubab ve İstanbul’da tabedilen Zühre ve Şule gibi risaleleri hâvi Arapça matbu bir mecmuamı ve İstanbul’da on beş sene evvel tabedilen Sünuhat isminde kıymettar iki matbu risalemi ve hem biraderzadem Abdurrahman tarafından on beş sene evvel İstanbul’da tabettirilen Tarihçe-i Hayatımın bir kısmına ait matbu risalemden üç nüshası tamam ve beş altı nüshası noksan kitaplarımı ve hem de İstanbul’da yeni huruf çıkmadan evvel tabettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymettar, haşri ve kıyameti gündüz gibi ispat eden risalemi ve daha bilmediğim hususi ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

(Barla L.)


Risale-i Nur’un kaptanı Sabri, Nis Adasındaki bir kardeşimiz ve Onuncu Söz’ün tabından sonra tehlikeden muhafaza için kaç ay hanesinde saklayan ve peder ve validesiyle, bizimle ciddi alâkadar bulunan Veli Efendi’nin peder ve validesinin vefat haberlerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara rahmet eylesin. Ben inşâallah çok zaman onları manevî kazançlarıma şerik edeceğim.

(Barla L.)


Hattâ eskiden Onuncu Söz’ü tabeden Hacı Bekir, benim orada oturduğum odayı, her bir masrafını deruhte edip satmaktan men’etmiş. Nur şakirdlerinin bir misafirhanesi hükmünde muhafaza edilmesini Barla’ya haber göndermiş.

(Emirdağ-1 L.)


Hem on beş seneden beri şehit olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehit talebelerim içinde ona dua ettiğim hem İşaratü’l-İ’caz’ı hem Onuncu Söz’ü tabeden Molla Hamza hayatta, Irak’ta olduğunu ve Nurları aradığını, memlekete giden kardeşimiz Emin’in mektubunda o müjde, tamamıyla yaramı tedavi etti. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun dedim.

(Emirdağ-1 L.)


Elhak bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla ehl-i dalaletin kalplerindeki inkâr-ı haşri kalplerinde sıkıştırıp lisanına getirmeye meydan vermedi, ağızlarını tıkadı ve hârika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm, imanın etrafında çelikten zırh oldu; ehl-i dalaleti susturdu. Elbette hükûmet-i cumhuriye bundan memnun oldu ki mebusanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestiyet ile Onuncu Söz’ün nüshaları gezdi.

(Tarihçe-i H.)


Yalnız bu kadar var ki “[[[Onuncu Söz]]” namında haşre dair olan risaleyi, daha yeni harfler çıkmadan evvel tabettirdik. Hükûmetin büyük memurlarının ve mebuslarının ve valilerinin ellerine geçti, kimse itiraz etmedi. Ondan, sekiz yüz nüsha intişar etti. Onun intişarı münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve imanî bir kısım risaleler, kendi kendine bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, kendi kendine bu intişar benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususi mektuplarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç aydır, bu kadar taharriyat-ı amîka neticesinde, koca bir memlekette, on beş yirmi adamın ellerinde kitaplarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene telifat ve tedrisatla ömrü geçen bir adamın, yirmi hususi dostunda bazı hususi risaleleri bulunması, ne suretle neşriyat olur? O neşriyat ile nasıl bir hedefi takip edebilir denilir?

Onuncu Söz’ün tevafukatındandır ki Onuncu Söz’ün satırları hem telif tarihine hem dini dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilanına tevafuk ediyor ki haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalalet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir.” demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla ehl-i dalaletin kalplerindeki inkâr-ı haşri kalplerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün hârika bürhanlarını gözlerine soktu.

Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti susturdu. Elbette hükûmet-i cumhuriye bundan memnun oldu ki meclisteki mebusanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.

(Tarihçe-i H.)


Sâniyen, yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalpleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız medar-ı maişetim için yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tabettirdim. Bunu da bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

(16. Mektup)

Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyetinin mealinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini, on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kātıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

(Fihrist (Sözler))

Diğer Bahisler

Bir müdür, kaç vasıta ile yalvardı. Onuncu Söz’den bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise terfi için dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekva ve ihbar suretinde verdi. Hizmet-i Kur’aniyenin bir eser-i ikramı olarak terfi değil, azledildi.

(26. Mektup)


Bana ait Onuncu Söz ve buradaki mektuplar defteri vesaire zayi olmasın ve muattal kalmasın. Ben nezaretini Ceylan’a bırakmıştım.

(14. Şua)


Otuz Birinci elmas külliyatını avn-i Hak ve inayet-i ekremîleriyle iki gün evvel ikmale muvaffak oldum. Ahmed kardeşime ait derkenarı tefhim ettim. Biraz okur ve Onuncu Söz’ü istiyor fakat bu Söz kıymet-i maneviye itibarıyla mevcudattan ağırdır. İ’caz-ı Kur’an’ın ikinci cüzünü hemen hitam buldurmak üzereyim. Fakat müştak bulunduğum Otuz İkinci Söz’ü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü bu gibi kıymettar ve manidar eserleri işittikten sonra, görmek iştiyakı gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men’edemiyorum.

Sabri

(Barla L.)


İşittim ki Onuncu Söz’den sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendi’ye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz. Tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

(Barla L.)


TENBİH: Onuncu Söz'de nasıl ki on iki Suret serdedildikten sonra, on iki aded Hakikatlar beyan ediliyor. Burada da şu On İkinci Lâsiyyema'dan itibaren temsilden hakikata geçtiği içindir ki; tarz-ı üslûb değişiyor. "Lasiyyema"nın örfen lâzımı olan "etmişse, yapmışsa, ederse" gibi tabirler gelmiyor. (Mütercim)

(Lasiyyemalar, M.N. (Badıllı))


İşarat-ı Aleviye’yi tam tasdik ettiniz mi? Haşir Risalesi’ni çok kuvvetli buldunuz mu?

(Barla L.)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler

İşte nasıl bir gece adamı ki hiç güneşi görmemiş. Yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor.

Öyle de veraset-i Ahmediye (asm) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a’zamı ve kıyamet-i kübrayı taklidî olarak kabul eder “Aklî bir mesele değildir.” der. Çünkü hakikat-i haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalp ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki haşir ve kıyameti en a’zam mertebede, en ekmel tafsilatla Kur’an zikrediyor ve ism-i a’zamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en a’zam bir derecede, en geniş bir tafsilatla ders vermemişler. Hem şu sırdandır ki bir kısım ehl-i velayet bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmasında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki marifetullahta derecat-ı ârifîn çok tefavüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar şu hakikatten inkişaf eder.

(24. Söz)

Bu Risaledeki Temsiller/Misaller

(Risalenin başındaki suretler kısmı baştan sona temsili bir hikayedir, aşağıya tamamı alınmıştır)

Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete –şu dünyaya işarettir– gidiyorlar. Bakarlar ki herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.

Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin, beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şedittir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et.” dedi.

Fakat o sersem inat edip dedi:

“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men’edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım.” dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi.

İkisi arasında ciddi bir münazara başladı. Evvela o sersem dedi:

“Padişah kimdir? Tanımam.”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki her saatte bir şimendifer (Hâşiye: Seneye işarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.) gaibden gelir gibi kıymettar, musanna mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor, gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki bir parça Frengî okumuşsun, bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü, dedi:

“Haydi padişah var fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir, hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi:

“Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek, bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.” dedi.

Yine o hain sersem, temerrüd edip “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin.” dedi.

Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:

“Madem bu derece inat ve temerrüd edersin. Gel, hadd ü hesabı olmayan delail içinde On İki Suret ile sana göstereceğim ki bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harap edilecek.

Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir.

Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.

Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevaziane bir havf ve heybet altında hizmet eder.

Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise in’am etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise edepsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.

Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

Bak, ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakiki bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin. Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

Bak, hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hazineleri vardır. Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler. Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem, lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilanlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki mu’ciz-nüma bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemalât ve cemal-i manevîsi vardır.

Gizli, kusursuz kemal ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek. Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister. Hem görmek hem görünmek hem daimî müşahede hem ebedî işhad ister.

Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, zâil müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.

Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

Bak, bu işler içinde görünüyor ki o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor, her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ bak, en edna bir hâcet, en edna bir raiyetten görse şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse ya merhem ya baytar gönderiyor.

Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: “Evet, evet biz de istiyoruz.” diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başı boş bırakıp idam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakiki hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki akılları hayrette bırakacak.

Demek, bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller, saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

İşte gel, bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Hâşiye: Mesela, nasıl şu zamanda manevra meydanında harp usûlünde “Silah al, süngü tak!” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resmigeçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultan-ı Ezelî’nin nihayetsiz enva-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi, şuursuz nebatat taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında “Emr-i kün feyekûn” ile “Müdafaa için silahlarınızı ve cihazatınızı takınız!” emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.

Hem baharın her bir günü, her bir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için, her bir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resmigeçit tarzında o Sultan-ı Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına arz ettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatat ve eşcar güya “Sanat-ı Rabbaniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız!” emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resmigeçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.

İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.) hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsanatının numunelerini ve hârika sanatlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu numunelerin ve suretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.

Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.

Gel, bir parça gezelim, şu medeni ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak her yerde, her köşede, müteaddid fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zapt ediyorlar. Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki (Hâşiye: Şu suretin işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikat’te beyan edilmiş. Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikati “Levh-i Mahfuz” demektir. Levh-i Mahfuz’un tahakkuk-u vücudu Yirmi Altıncı Söz’de şöyle ispat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senetler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmam eder.

Aynen öyle de küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasında, hem büyük Levh-i Mahfuz’u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî-beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrayı, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u a’zamı ihsas eder, iş’ar eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.) bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zapt edilsin. Demek oluyor ki o zat-ı muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, suretini alır. İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.

Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin? Halbuki o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezaya çarpmıyor.

Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mesud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.” Hem o vaad ettiği şeyler, ona gayet rahattır. Raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise izzet-i iktidarına gayet zıttır.

İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstahak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki îfası ona çok rahat ve bize ve her şeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek, bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardır.

Şimdi gel! Bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesalarına ki (Hâşiye: Şu suretin ispat ettiği manalar, Sekizinci Hakikat’te görünecek. Mesela, dairelerin reisleri şu temsilde enbiya ve evliyaya işarettir. Ve telefon ise ma’kes-i vahiy ve mazhar-ı ilham olan kalpten uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalp o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.) her biri bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var, hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki o zat, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş. Gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celaleti hiçbir vecihle hulfü’l-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez.

Halbuki o muhbirler hem tevatür derecesinde çok hem icma kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler değişecekler. Çünkü eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umûrlar üzerinde duruyor.

Demek, bir diyar-ı âher var, elbette o makarra gidilecektir.

Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. (Hâşiye: Bu suretin remzini Dokuzuncu Hakikat’te göreceksin. Mesela, nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise fasl-ı baharın iptidasından yazın intihasına kadar Sâni’-i Kadîr-i Zülcelal’in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemal’in kemal-i intizam ile değiştirdiği ve kemal-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudat-ı bahariye tabakatına ve masnuat-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat’umata işarettir.) Bir tebeddülat olacak, acib işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var; o binalar birden harap oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu’cize var; o harap olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medeni şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki o kadar karışık, süratli, kesretli, hakiki perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki her şey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu sanatları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu’cizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”

İşte görüyorsun ki her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki bu görünen süratli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zat mu’cize ile yapıyor. Tâ suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. –Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının her şeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.– Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i a’zamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek, bu ihtifalat; bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvi gayeler içindir.

Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zatın, sair yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acayipler, her tarafta bulunuyor. Lâkin sanatça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizamatı, ne derece zahir bir inayetin işaratı, ne mertebe âlî bir adaletin emaratı, ne derece vâsi bir merhametin semeratı görünüyor. Basîretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.

Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesud raiyeti bulunmazsa şu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekasız memleket mazhar olamadığı malûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı, işaratı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerîmane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini –hâşâ sümme hâşâ!– sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise hakikatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki inkılab-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücudunu inkâr eden sofestaî eblehler hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübra, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzma vardır ki tâ şu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler.

Gel şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki o teçhizat, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir, görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat numune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız:

Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubatı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil; pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hâssadan filan tarihte alacaksın.” yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mesudane bir hayat için olabilir. Şu düstur ise bütün bütün açığa verir ki cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır.

Bak şu defterlerde, âletler teçhizatının suret-i istimali ve mes’uliyetler vardır. Halbuki eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün manasız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen şehadet eder ki bu fâniden sonra bir bâki var.

Ey arkadaş!

Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir, bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları belki şu memleketteki bütün intizamatı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana, insan ve zîşuur denilmez. Sofestaîlerden daha akılsız olursun.

Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki hadd ü hesaba gelmez emareler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem hadd ü hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.

Bâhusus, gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan daha göstereceğim.

İşte gel, bak, şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yaver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yaver-i ekrem, bak o yüksekte ta’lik edilmiş ferman-ı a’zamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa isyan edip dinlemezseniz müthiş zindanlara atılacaksınız.” gibi tebligatta bulunuyor.

Sen de görüyorsun ki o ferman-ı a’zamda öyle i’cazkâr bir turra var ki hiçbir vechile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman, padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki senin gibi körlerden başka herkes o zatı, padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakînen anlar.

Acaba o yaver-i ekrem, o ferman-ı a’zamla beraber bütün kuvvetiyle dava edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil. İllâ ki bütün bu gördüğümüz her şeyi inkâr edesin.

Şimdi ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

— Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah, yüz bin defa şükür olsun ki vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır, biz de ona namzediz.


Nasıl ki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile muntazam bir kaside yazılmış. Kâtipsiz olmak, son derece muhaldir.


Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.


Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hane ki hârika sanatlarla, acib nakışlarla, garib ziynetlerle tezyin edilmiş. Hattâ her bir taşında, bir saray kadar sanat dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez, gayet mahir bir sanatkâr ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakiki menziller teşkil edilip kemal-i intizamla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ her bir hakiki perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icad ediliyor.


Hem nasıl ki bulutsuz, gündüz ortasında, güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü o vakit bir tek güneşi inkâr ve kabul etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince, hakiki ve bi’l-asale güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor.


Evet, durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için “Tuh, ne kadar çirkindir!” der. O güzelin güzelliğini nefyeder.


Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir.” der, gümler gider.


Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.


Mesela, sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki yol içinde bir han var. Bir büyük zat o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zatın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki o zat her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrip eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki bu yolda bu hanı yapan zatın daimî pek âlî menzilleri hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri hem müstemir, pek büyük bir sehaveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor.


Mesela, asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudut ve mücahede-i a’da gibi sair vazifeler için bu mevcud ancak kâfi gelir, kemal-i hikmetle muvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur, denilebilir.


Acaba mu’ciz-nüma bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı, tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtip kendi telif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki “Yapamaz ve inanmam.”

Veyahut bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O zat, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak, misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”

Veyahut bir zat bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.


Mesela, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “âh” diyecek ve teessüf edecek.


Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى –temsilde kusur yok– nasıl ki “nuraniyet” sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle verdiği cilveyi, aynı suhuletle hadsiz şeffafata da verir.

Hem “şeffafiyet” sırrıyla, bir zerre-i şeffafenin küçük göz bebeği güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.

Hem “intizam” sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi kocaman bir dritnotu da çevirir.

Hem “imtisal” sırrıyla, bir kumandan bir tek neferi bir “Arş!” emriyle tahrik ettiği gibi bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

Hem “muvazene” sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.


Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin.


Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zat-ı Kadîr...


...ve kendini o zata benzetsin ki öyle bir saray yapar, her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir menzilinde binler kıymettar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun?


Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin.

Bu Risalede Geçen Ayetler

Bkz. 10. Söz'de Geçen Ayetler Listesi

6. hakikatta geçen "Hem anlarsın ki öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir." ibaresi Secde Suresinin 17. ayetine (Meali: "Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.") işaret eder.

Bu Risalede Geçen Hadisler

  1. Risalede Nasıl Geçtiği: لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ
    Meali: Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım. (Kudsi hadis)
    Kaynağı: Ali el-Kârî, Şerhü'ş-Şifâ: 1:6; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2:164; Cem'-ül Fevaid 2/442; İbn-i Hacer-i Askalani Tesdid-ül Kavs
    Kaynaklarda geçen şekli: Sen olmasaydın Cennet'i halketmezdim, yine sen olmasaydın Cehennem'i yaratmazdım.(İbn-i Hacer)
  2. Risalede Nasıl Geçtiği: Bazı ehl-i cehennemin bir dişi, dağ kadar olması; cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş.
    Kaynağı: Sahih-i İbn-i Hibban 9/284 ve 285; Müstedrek-ül Hakim 4/595
    Kaynaklarda geçen şekli: Cehennem'de kafirin dişi Uhud Dağı gibi olacak, onun cildinin kalınlığı ise üç günlük mesafe tutacaktır. (İbn-i Hibban)
  3. Risalede Nasıl Geçtiği: Dünya âhiret mezraasıdır
    Kaynağı: El-Ezkar Nevevi sh: 129; Keşf-ül Hafa - Acluni 1/412
    Kaynaklarda geçen şekli: Aynı şekilde geçer.

Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı

  1. Âdil
  2. Alîm
  3. Alîm-i Hakîm
  4. Alîm-i Mutlak
  5. Allah
  6. Bâki
  7. Basîr
  8. Celil
  9. Cemil
  10. Cemil-i Mutlak
  11. Cenab-ı Hakk
  12. Cevvad
  13. Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemal
  14. Fâtır-ı Zülcelal
  15. Hafîz
  16. Hafîz-i Zülcelal
  17. Hakîm
  18. Hâkim-i Bi’l-hak
  19. Hâkim-i Hafîz
  20. Hakîm-i Mutlak
  21. Hakk
  22. Hâlık
  23. Hâlık-ı Rahîm
  24. Hâlık-ı Zülcelal
  25. Hayr-ı Mutlak
  26. Hayy-ı Kayyum
  27. Kādıyü’l-Hâcat
  28. Kadîr
  29. Kadîr-i Mutlak
  30. Kadîr-i Rahîm
  31. Kadîr-i Zülcelal
  32. Kâinatın sahibi
  33. Kerîm
  34. Mabud-u Bi’l-hak
  35. Mâlik
  36. Mâlikü’l-Mülki Zülcelal
  37. Muhyî
  38. Mutasarrıf-ı Alîm
  39. Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm
  40. Mutasarrıf-ı Zîşan
  41. Mücîb
  42. Mümît
  43. Nakkaş-ı Ezelî
  44. Rab
  45. Rabb-i Kerîm
  46. Rahîm
  47. Rahîm-i Mutlak
  48. Rahman-ı Rahîm
  49. Rakib
  50. Rububiyet
  51. Samed
  52. Sâni’
  53. Sâni’-i Hakîm
  54. Sâni’-i Kadîr-i Zülcelal
  55. Sâni’-i Zülcelal
  56. Semî’
  57. Sultan-ı Sermedî
  58. Sultan-ı Zülcelal
  59. Sübhan
  60. Şahid-i Ezelî
  61. Şefik
  62. Şefkatli padişah
  63. Uluhiyet
  64. Vâcibü’l-vücud
  65. Zat-ı Celil-i Zülcemal
  66. Zat-ı Cemil-i Zülcelal
  67. Zat-ı Hakîm
  68. Zat-ı Hakîm-i Hafîz
  69. Zat-ı Kadîr
  70. Zat-ı Zülcelal
  71. مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ
    Meali: Gece ve gündüzü çeviren
  72. مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ
    Meali: Güneşe ve aya boyun eğdiren

Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Ahmed
  2. Bütün asfiyanın serveri
  3. Bütün enbiyanın imamı
  4. Bütün mahlukatın ekmeli
  5. Bütün mürşidlerin sultanı
  6. Bütün mukarrebînin akrebi
  7. Dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memuru
  8. Elçi
  9. En büyük bir abdi
  10. Fahr-i kâinat
  11. Ferîd-i kevn ü zaman
  12. Gösterici ve tarif edici bir vasıta
  13. Habib resul
  14. Kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi
  15. Muallim bir rehber
  16. Muhammed-i Arabî
  17. Onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl
  18. Padişahın sevgilisi
  19. Rehber bir muallim
  20. Resul-i Ekrem
  21. Resullerin seyyidi
  22. Sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici
  23. Yaver-i ekrem
  24. Zat-ı Ahmediye
  25. Zülcenaheyn bir mebus

Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Ferman-ı a’zam
  2. Kur’an
  3. Kur’an-ı Azîmüşşan
  4. Kur’an-ı Hakîm

Bu Risalede Geçen Salavatlar

  1. عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمٰنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ
    Meali: Dünya ve Cennetler dolusu Rahmân'ın rahmeti Onun üzerine olsun.
  2. اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذٰلِكَ الْحَبٖيبِ الَّذٖى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسٖيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ وَ عَلٰى اِخْوَانِهٖ مِنَ النَّبِيّٖينَ وَ الْمُرْسَلٖينَ اٰمٖينَ
    Meali:Allahım! Kulun ve resulün olan, iki cihanın efendisi ve iki âlemin medar-ı iftiharı ve iki dünyanın hayatı ve iki cihan saadetinin vesilesi ve zülcenâheyn ve cin ve insin peygamberi olan şu Habîbine, bütün âl ve ashabına ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin

Bu Risalede Geçen Dualar

  1. Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başı boş bırakıp idam etme.
  2. Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.
  3. اَللّٰهُمَّ اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا وَ اَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ اٰمٖينَ
    Meali: Allahım, bizi ve anne ve babamızı ateşten koru. Bizi ve anne ve babamızı, ebrâr ile beraber, Seçkin Peygamberinin hürmetine Cennete dahil et. Âmin.

Bu Risalede Geçen Zikirler

  1. اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ‌
    Meali: Allah'a ve Ahiret Gününe iman ettim.
  2. اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكٖيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ
    Meali: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâdan geldiğine, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna, Cennetin hak olduğuna, Cehennem ateşinin hak olduğuna, şefaatin hak olduğuna, Münker ve Nekir'in hak olduğuna, Allah'ın kabirlerdeki ölüleri tekrar dirilteceğine iman ettim.
  3. اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
    Meali: Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah resulü olduğuna şehadet ederim.
  4. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاءِ رَحْمَتِكَ الَّذٖى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ وَ وَسٖيلَةً لِوُصُولِنَا اِلٰى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلٰى وَ اَعْلٰى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلٰى دَارِ الْاٰخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ
    Meali: Allahım! Tûbâ-i rahmetinin en latîf, en şerif, en mükemmel ve en güzel meyvesi olan, âlemlere rahmet olarak ve Cennet demek olan dâr-ı âhireti gösteren şu tûbâ ağacının en süslü, en güzel, en parlak ve en âli semerelerine vesile-i vusulümüz olarak gönderdiğin Zâta salât ve selâm et.
  5. اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ‌
    Meali: Allah'a ve Ahiret Gününe iman ettim.
  6. اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ‌
    Meali: Allah'a ve Ahiret Gününe iman ettim.

Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler

Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler

  1. Baş başa, omuz omuza, el ele vermek
  2. Başı boş bırakmak
  3. Elekten geçirmek
  4. Elini uzatmak
  5. İpi boğazına sarılıp otlamak
  6. Kapısını açmak

Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler

  1. Kerem nimetlendirmek ister.
    Aslı: Halbuki kerem ise in’am etmek ister.
  2. Merhamet ihsansız olmaz.
    Aslı: Merhamet ise ihsansız olamaz.
  3. İzzet, gayret ister.
    Aslı: İzzet ise gayret ister.
  4. Bir harf kâtipsiz, bir kanun hâkimsiz olmaz.
    Aslı: Bir harf kâtipsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.
  5. Haysiyet ve namus edepsizlerin terbiye edilmesini gerektirir.
    Aslı: Haysiyet ve namus ise edepsizlerin te’dibini ister.
  6. Hükümetin hikmeti saltanatına iltica edenlere sahip çıkmasını gerektirir.
    Aslı: Halbuki hikmet-i hükûmet ise saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister.
  7. Adalet, raiyetin hukukunun korunmasını gerektirir.
    Aslı: Adalet ise raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
  8. Tükenmez cömertlik daimi ziyafet yurdu gerektirir.
    Aslı: Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister.
  9. Elemin bitmesi lezzet, lezzetin bitmesi elemdir.
    Aslı: Zeval-i elem, lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir.
  10. Gizli ve kusursuz kemal, takdir edicilerin nazarına kendisini göstermek ister.
    Aslı: Gizli, kusursuz kemal ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister.
  11. Gizli ve benzeri olmayan güzellik görünmek ve görmek ister.
    Aslı: Mahfî, nazirsiz cemal ise görünmek ve görmek ister.
  12. Daimi güzellik daimi olmayan iştiyaklılara razı olmaz.
    Aslı: Çünkü daimî bir cemal, zâil müştaka razı olamaz.
  13. İnsan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
    Aslı: Çünkü insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
    Aslı: Çünkü hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi yetişmediği şeye de zıttır.
  14. Baharın her bir günü ve haftası bir tür bitkinin bayramıdır.
    Aslı: Baharın her bir günü, her bir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için
  15. Bir hane ustasız olmaz.
  16. Daimi olmayan takdir edicinin nazarında kemalatın değeri düşer.
    Aslı: Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder
  17. Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin hâlıkına has bir iştir.
  18. Tek Allah'ı kabul etmeyen varlıklar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalır.
    Aslı: Vâhid-i Ehad’i kabul etmemek ile mevcudat adedince ilahları kabul etmek lâzım gelir.
  19. Birisi rızkında kuvvet ve iradesine ne kadar güvenirse rızkı ona o kadar darlaşır.
    Aslı: Rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense o derece derd-i maişete müptela olur.
  20. Nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin te’dibini ister.
  21. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister.
  22. Nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister.
  23. Dünyada çoğunlukla zalimler cezasını görmeden, mazlumlar da hakkını almadan ölür.
    Aslı: Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
  24. Dünyada dalalet ehlinin çoğu cezasını görmeden, hidayet ehlinin çoğu da ödülünü almadan ölür.
    Aslı: Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
  25. Hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister.
  26. Görmek ve görünmek, iştiyaklı seyircilerin varlığını gerektirir.
    Aslı: Görmek, görünmek ise müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister.
  27. Hüsün ve camal daimi olduğundan o güzelliklere iştiyaklıların da daimi olmasını ister.
    Aslı: Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.
  28. Daimî bir cemal ise zâil bir müştaka razı olamaz.
  29. Hayvan ve bitkilerin 300.000'den fazla türü baharda 5-6 gün zarfında diriltiliyor.
    Aslı: Beş altı gün zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden ziyade envaı haşredip neşrediyor.
  30. Peygamberimiz kulluk ve duasıyla cennetin yaratılmasına, risalet ve hidayetiyle de oraya girmeye vesiledir.
    Aslı: O zat nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır.
  31. Peygamberimizin kulluğunun ruhu ve kainatın hareket ve hizmetleri duadır.
    Aslı: Ubudiyet-i Ahmediyenin (asm) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidematı, bir nevi duadır.
  32. Peygamberimizin risaleti bu imtihan dünyasının, kulluğu da cennetin açılmasına sebebiyet verdi.
    Aslı: Demek nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,…Onun gibi ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
  33. Sözünü tutmamak ya verdiği sözü unutmaktan ya da ona güç yetirememekten kaynaklanır.
    Aslı: Hulfü’l-vaad, ya cehilden ya aczden gelir.
  34. Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir.
  35. Tehditini yerine getirmemek ya affetmekten ya da ona güç yetirememekten kaynaklanır.
    Aslı: Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir.
  36. Hikmet, adalet, inayet ve merhamet; ışık, hava, su ve toprak gibi kuvvetli dört manevi unsurdur.
    Aslı: Ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhamet
  37. Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir.
  38. Bir şeyin mertebesini içine zıddının ne kadar girdiği belirler.
    Aslı: Hem bir şeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir.
  39. Bir şeyin kendisine mahsus özelliğine zıddı giremez.
    Aslı: Fakat bir şey zatî olsa, ârızî olmazsa onun zıddı ona müdahale edemez.
  40. Her şeye bir açıdan bakıldığında Allah'ı, diğer açıdan bakıldığından ahireti gösterir.
    Aslı: Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa hem Sâni’i hem haşri gösterir.
  41. Allah için çiçeği yaratmakla baharı yaratmak aynı kolaylıktadır.
    Aslı: Bir baharı halk etmek, Zat-ı Zülcelal’ine bir çiçek kadar ehvendir.
  42. Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyledir.
    Aslı: Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyle olduğundan...

Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler

  1. ...şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerîmane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini –hâşâ sümme hâşâ– sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir.
  2. Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.

Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler

  1. Hiç mümkün müdür ki
  2. Giden gelmez, gelen gider.
  3. O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizamatı, ne derece zahir bir inayetin işaratı, ne mertebe âlî bir adaletin emaratı, ne derece vâsi bir merhametin semeratı görünüyor. Basîretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.
  4. Şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni’ine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir.
  5. Dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.
  6. Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor.
  7. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır.
  8. Hem anlarsın ki insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır.
  9. Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır.
  10. Mesele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’an’ındır.
  11. ...bilbedahe gösteriyor ki o lem’alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar

  1. Adem (as): Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-i uzmada kılar, niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nurani ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler.
  2. İbn-i Sina: Bediüzzaman İbn-i Sina gibi bir dâhinin haşir hakkında sarf ettiği “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” (اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقَايٖيسَ عَقْلِيَّةٍ) ifadesini zikreder ve buna karşılık 10. Söz Risalesinin İbn-i Sina gibi zatların dehasıyla yetişemediği hakikatları avamlara da çocuklara da bildirdiğini söyler.
  3. İmam-ı Gazali: Bediüzzaman bütün ulema-i İslâmın “Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir, akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettiklerini nakleder. Büyük alimlerden İmam-ı Gazali de "Bu mes'eleyi biz ancak vahiyden işitiyoruz, akıl ile ona gidilmez." demiştir (El-İktisadu Fil-İ'tikad - Gazali sh: 132)
  4. Ad Kavmi: Ezcümle, kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazip, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.
  5. Semud Kavmi:

Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler

  1. Arap Yarımadası: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip fikren asr-ı saadete ve hayalen Ceziretü’l-Arab’a gidiyoruz.

Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler

  1. Şakk-ı Kamer
  2. Parmaklardan Su Akma Mucizesi

İlgili Resimler/Fotoğraflar

Bekir Bey'in ilgilenmesiyle İstanbul'da Ahmet Kamil ve Şeriki matbaasında 1928'de basılan nüshanın kapağı

İslamköylü Hafız Ali'nin mübarek zevcesi Ümmühan Ergün'ün yazdığı 10. Söz Haşir Risalesinin ilk sayfası. Sayfanın başına Hz. Üstad şöyle yazmış: “Şehid-i merhum kahraman Hafız Ali'nin refikası Ümmühanî bu nüshayı yazmış.”[23]


Hüsrev Altınbaşak'ın yazdığı tefavuklu 10. Söz nüshasından sayfalar (Elif harfinin satır başlarına kaç defa tevafuk ettiği sayfa yanlarında belirtilmiştir)

1. ve 2. İşaret - 5 Elif tevafuğu içeren sayfa

1. İşaret - 2 Elif tevafuğu içeren sayfa

2. İşaret - 3 Elif tevafuğu içeren sayfa

2. Hakikat - 3 Elif tevafuğu içeren sayfa

Hatime - 4 Elif tevafuğu içeren sayfa


Başka bir talebesinin yazdığı yine Hatime'de 4 Elif tevafuğu içeren sayfa

Başka bir talebesinin yazdığı yine Hatime'de 5 Elif tevafuğu içeren sayfa

Hüsrev Altınbaşak'ın yazdığı 1351 (m. 1933) tarihli haşir risalesinin kapağının resmi

İlgili Maddeler/Kategoriler

Önceki Risale: Dokuzuncu SözSözlerOn Birinci Söz: Sonraki Risale

Kaynakça

  1. Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor
  2. https://www.risalehaber.com/resimli-ay-mecmuasina-karsihasir-risalesi-12384yy.htm
  3. https://www.youtube.com/watch?v=1JfpVC5uJUI&ab_channel=A%C4%9FabeylerAnlat%C4%B1yor
  4. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, Ahmet Gümüş, 4: 158
  5. https://nurpedia.org/wiki/Risale:1._%C5%9Eu%C3%A2#Be%C5%9Fincisi
  6. Risale:1._Şuâ#Yirmi_Dokuzuncu_Âyetin_Sehvine_Dair_Tafsilat
  7. Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, Cilt: 1 S: 82
  8. https://nurpedia.org/wiki/Dosya:K%C3%BC%C3%A7%C3%BCk_S%C3%B6zleri_%C3%9Cstad%C4%B1n_Yazmas%C4%B1_Hakk%C4%B1nda_Not.jpg
  9. https://www.risalehaber.com/said-nursinin-ahireti-ispat-eden-hasir-risalesini-yazdigi-tam-tarih-432598h.htm
  10. Ömer Özcan arşivi (https://www.youtube.com/watch?v=vMq5zHfHW0Y)
  11. Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi'nin Entelektüel Biyografisi, s. 251, Etkileşim Yayınlar, İstanbul-2006
  12. https://www.risalehaber.com/ahireti-inkar-eden-abdullah-cevdet-said-nursinin-hasir-risalesini-gorunce-445441h.htm
  13. https://nurpedia.org/wiki/Risale:10._Lem%27a#Alt%C4%B1nc%C4%B1s%C4%B1
  14. Şahitlerin Dilinden, Necmettin Şahiner, Cilt 4, s. 103
  15. https://sakev.org/bediuzzamanin-hasir-risalesiyle-abdullah-cevdete-tr-533.html
  16. https://risale.online/soru-cevap/10soz-deki-tevafuk-2
  17. https://www.kastamonur.com/yegeni-abdurrahmanin-bediuzzamana-mektubunun-gayri-muntesir-kismi/
  18. Merhum Hafız Ali'nin nüshasının medar-ı tevafuku bir, iki, üç, dört, beşte galiptir.
  19. Evet, en evvel nazil olan Sure-i Alak'ın başında اِقْرَأْ بِاسْمِ emrinin delâletiyle Kur'an'daki bütün Bismillahların kaide-i sarfiyece müteallakı اِقْرَأْ kelimesidir. Bu اِقْرَأْ emri Kur'an itibarıyladır. Biz بِاسْمِ اللّٰه desek اِقْرَأْ kelimesini اَقْرَاُ olarak mütekellim-i vahde sîgasıyla okuyacağız. Okumak işinde her besmelenin başında bu اَقْرَاُ manası mukadderdir. İşte besmele-i şerifenin müteallak-ı mukadderi olan اَقْرَأْ ile ve şedde ve gayr-ı melfuzlar sayılmamak şartıyla makam-ı ebcedîsi sırlı ve meşhur olan dokuz yüz doksan dokuz adedidir.
  20. Hem bu üç tevafukun gayet manidar diğer iki tevafuku da şudur ki: Onuncu Söz'ün kuvvetli hakkaniyetini gösteren ان الحشر حق و صدق cümlesinin makam-ı ebcedîsi dokuz yüz doksan sekiz olması gibi, Onuncu Söz bâhir bir bürhan olduğu rükn-ü imaniyeyi gösteren ايمان بيوم الآخر (İhtar) kelamının makam-ı cifrîsi yine dokuz yüz doksan sekiz olmakla her ikisi bu üç tevafuk-u latîfeyi beş tevafuk-u mübarekeye iblağ etti.
    İhtar: يوم mevsuf olsa kaideten اليوم الآخر olur. Muzaf olsa kaideten يوم الآخرة olur, ة vakıfta ه olur.
  21. İ'caz-ı Kur'anînin yüz cüzünden bir cüzünün şuaı, tevafuk suretinde Kur'an'ın bir tefsiri olan Risale-i Nur'un eczalarına verildiğinin pek çok emaratından bir küçük emaresi de şudur ki: İki sahifeden noksan tasdiknameyi tevafukta kalemi muvaffak birisi dikkatle yazdığı halde, on beş yirmiye kadar tevafuku ancak gösterdi. Diğeri tevafukta hem hissesi noksan hem düşünmez hem gayet süratle yazdığı bu tasdiknamede doksan dokuz tevafuku göstermesidir.
  22. بَيَانَةً kelimesindeki (ت) vakfa rast geldiğinden (ه) olur.
  23. Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, Cilt 78, Sayfa: 1556