Yirmi Dördüncü Söz

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
00.26, 23 Ekim 2025 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 58094 numaralı sürüm (Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler)
Gezinti kısmına atla Arama kısmına atla

Önceki Risale: Yirmi Üçüncü SözSözlerYirmi Beşinci Söz: Sonraki Risale

Bu risaleyi okumak için Yirmi Dördüncü Söz okuma sayfasına ve Kur'an hattı ile okumak için Yirmi Dördüncü Söz (Kur'an Hattı) sayfasına gidin

Yirmi Dördüncü Söz Bediüzzaman'ın 1 Mart 1927 tarihinden itibaren zorunlu ikamete tabi tutulduğu Barla'da telif ettiği eserlerdendir ve Sözler kitabının 24. risalesidir. Taha suresinin "Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur." mealindeki 8. ayetinin ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki daha pek çok ayetin hakikatlarını beş dal adlı beş kısımda tefsir eder. Birinci dalında kâinatın her bir kısmında ve mahluklarında Allah'ın bir isminin hâkim olup diğer isimlerin ona tabi olduğu, insanların meşreplerinin ve başta insan olmak üzere varlıkların farklılığının mazhar oldukları esma tecellilerinin farklılığından kaynaklandığı ve insanın münacatında çok isimleri zikretmesinin bu sırdan kaynaklandığı izah edilir. İkinci dalında iman asıllarında aynı görüşte olan evliyaların fikir ve keşiflerinin farklı olmasının, geçmiş peygamberlerin haşr-i cismanî gibi bazı iman esaslarını ümmetlerine Kur’an gibi ayrıntılı ders vermemelerinin ve iman esaslarının tüm hakikat ehlinde aynı seviyede inkişaf etmemesinin sebepleri kapsamlı bir misal ile ders verilir ve Kur’an'ın tevhidin bütün kısımlarını muvazenesini bozmadan beyan ettiğini ve haşir ve kıyameti en a’zam mertebede ve en ekmel tafsilatla Kur’an'ın ve ism-i a’zamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâmın ders verdiği izah edilir. Üçüncü dalında müteşabih ve manası tamam anlaşılmayan hadîslere gelen vehimler 12 kaide ile reddededilir ve insanın kendince hakikata aykırı zannettiği hadisleri inkar etmek yerine anlayamama sebebini kendi eksik aklında araması ve bu hadisler hakkında “Ya bir tefsiri ya bir tevili ya bir tabiri vardır.” deyip hadislere ilişmemesi gerektiği ders verilir. Dördüncü dalında kainat sarayında Cenab-ı Allah'ın bitki, hayvan, insan ve melekleri istihdam etmesinin sırrı, ibadet vezifeleri ve tesbihleri beyan edilir. Beşinci ve son dalında başta bahsi geçen Taha suresinin 8. ayetinin nurani ağacının hadsiz meyvelerinden 5 meyvesi izah edilir.

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti

  • Bediüzzaman tatlı ilim isteyenler 24. Söz'ün 5. Dalındaki 5 meyveyi ve 31. Söz'deki 5 meyveyi okumalarını tavsiye eder.
  • Bir talebesi 24. Söz'ün Dördüncü ve Beşinci Dal’ını okumaya ve yazmaya başladığında yaralarımın birer birer kuruduğunu hissetmiş ve Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetiyle yazmaya karar vermiştir.
  • 24. Söz'ün 2. Dalındaki temsil Kur’an'ın tevhidin bütün kısımları muvazenesini bozmadan beyan ettiğini izah eden acib bir temsildir.
  • Bu sözde nübüvvetin ne kadar yüksek olduğu ve velayetin ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.

İsimleri, Telifi, Neşri ve Basımıyla İlgili Bilgiler

Diğer İsimleri:

Telif Dili: Türkçe

Telifiyle İlgili Bilgiler: 24. Söz'ün de içinde olduğu Sözler 1927-1929 yılları arasında Barla'da telif edilmiştir.[1]

Neşriyle/Basımıyla İlgili Bilgiler: Kur'an harfleriyle kitap basımının yasaklanması üzerine ilk başta elle çoğaltılan bu risale ancak 1956-1959 yıllarında matbaalarda büyük kitaplar basıldığında Latin harfleriyle basılan Sözler kitabının içinde yer almıştır.

İçeriği:

  1. Dal: Kâinatın her bir kısmında ve mahluklarında Allah'ın bir isminin hâkim olup diğer isimlerin ona tabi olduğu, insanların meşreplerinin ve başta insan olmak üzere varlıkların farklılığının mazhar oldukları esma tecellilerinin farklılığından kaynaklandığı ve insanın münacatında çok isimleri zikretmesinin bu sırdan kaynaklandığı
  2. Dal: İman asıllarında aynı görüşte olan evliyaların fikir ve keşiflerinin farklı olmasının, geçmiş peygamberlerin haşr-i cismanî gibi bazı iman esaslarını ümmetlerine Kur’an gibi ayrıntılı ders vermemelerinin ve iman esaslarının tüm hakikat ehlinde aynı seviyede inkişaf etmemesinin sebeplerini ders veren kapsamlı bir misal. Kur’an'ın tevhidin bütün kısımlarını muvazenesini bozmadan beyan ettiği.
  3. Dal: Müteşabih ve manası tamam anlaşılmayan hadîslere gelen vehimleri redden 12 kaide
    • 1. Asıl: Din bir imtihandır. Peygamberimiz buna göre beyanda bulunur
    • 2. Asıl: Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır.
    • 3. Asıl: Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyanların eski malumatları İslamiyetin malı zannedildi.
    • 4. Asıl: Hadisleri rivayet edenlerin sözleri ve çıkardıkları manalar da hadisten kabul ediliyordu.
    • 5. Asıl: Ehl-i velayete ilham ile gelen ve hadis zannedilen bazı manalarda hata olabilir.
    • 6. Asıl: Peygamberimizin temsil için bahsettiği bazı hikayelerin mana-yı hakikisinde kusur varsa örf ve âdât-ı nâsa aittir.
    • 7. Asıl: Teşbih ve temsiller ilmin elinden cehlin eline geçince hakikat-i maddiye zannedilir.
    • 8. Asıl: Cenab-ı Allah şu imtihanda dünyasında çok şeyleri kesretli eşya içinde saklar.
    • 9. Asıl: Tergib ve terhib için belagatlı üslupla gelen hadisler mübalağalı zannedilmiş.
    • 10. Asıl: Ekser taifede bazı hârika fertler vardır.
    • 11. Asıl: Hadislerin de Kur’an'ın müteşabihatı gibi müşkülatı vardır.
    • 12. Asıl: Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için hakaiki ona göre görür.
  4. Dal: Kainat sarayında Cenab-ı Allah'ın bitki, hayvan, insan ve melekleri istihdam etmesinin sırrı, ibadet vezifeleri ve tesbihlerini beyan eden bir temsil.
  5. Dal: Taha suresinin 8. ayetinin nurani ağacının hadsiz meyvelerinden 5 meyvesi:
    • 1. Meyve: Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.
    • 2. Meyve: Ubudiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Şükür bahsi.
    • 3. Meyve: Sünnet-i seniyeye uyma
    • 4. Meyve: Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki fark
    • 5. Meyve: İbadet ile insanın yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk’a, kesretten vahdete çevirmesi.

Uzunluğu: Toplam 33,5 büyük sayfa

  1. Dal: 3,5 büyük sayfa
  2. Dal: 6 büyük sayfa
  3. Dal: 11 büyük sayfa
  4. Dal: 6,5 büyük sayfa
  5. Dal: 6,5 büyük sayfa

Ekleri: Lâ Uhibbu'l-Âfilîn kısmı aslında 24. Söz'ün sonundayken 17. Söz'e yazıldığından 24. Söz'e alınmamıştır.

Bu Risaledeki Tevafuklar:

Bu Risaleye Gaybi İşaretler:

Risale-i Nur'da Derc Edildiği ve Benzer İçerikli Yerler


  • Bu risalenin Meleklerden bahseden 4. dalına ilave olarak 29. Söz'de de melekler hakkında kapsamlı bir ders vardır.
  • Risale-i Nur’da imanın çok meyvelerinden bahis vardır. 24. Söz'ün 5. Dalındaki meyvelere ilave olarak Mirac hakkındaki 31. Söz'de bu meyvelerin beşinden bahis vardır.
  • Lâ Uhibbu'l-Âfilîn kısmı aslında 24. Söz'ün sonundayken 17. Söz'e yazıldığından 24. Söz'e alınmamıştır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği

Bu Risalenin Telifi, Neşri ve Adı Hakkındaki Bahisler

Bu Risalenin Kıymeti Hakkındaki Bahisler

Sevr ve Hut’a dair sorduğun sualin bazı risalelerde cevabı vardır. O nevi suallere göre cevap Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl namıyla on iki kaide-i mühimme beyan edilmiştir. O kaideler ehadîs-i Nebeviyeye dair muhtelif tevilata dair birer mihenktirler ve ehadîse gelen evhamı def’edecek mühim esaslardır.

(14. Lem'a)


Aziz kardeşim!

Şu risale tılsım-ı kâinatın üç esasından birisini halletmiştir. Çünki müşkilküşa o muamma-yı hilkatta bir hayretfeza faaliyet kâinatta görünüyor. Biri de tahavvülât-ı zerrattır ki, bir zenberek hükmünde kâinat makinesini işlettiriyor. Biri de hayretfeza hidemat-ı vezaifi görmekle beraber, nereden nereye bu seyl-i kâinat akıp gidiyor? Kur'an-ı Hakîm bu tılsımı üç esas ile keşfetmiş. O keşfin bir nevi tefsiri hükmünde bulunan şu risale, harekât-ı zerratı beş-altı hikmetle halletmiştir. Yirmidördüncü Mektub'un ikinci esası olan "Mevcudat ne yapıyor ve nereye gidiyor?" Birinci Remiz'den nihayete kadar ve Yirmidokuzuncu Söz'ün İkinci Maksadı o muammayı tamamıyla açmıştır. Hakikatın üssü'l-esasını istersen, bunlara bak. Eğer o hakikat-i Kur'aniyenin en tatlı meyvelerini istersen, Yirmi Dördüncü Söz'ün Beşinci Dalındaki beş meyveye ve Otuzbirinci Söz'ün Dördüncü Esasının beş meyvesini temaşa et.

(Tılsımlar)

Bu Risaleye Atıflar

Genel Atıflar

Ben âciz de Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü ve Beşinci Dal’ını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa… Bu asrın manevî doktoru ve ilaçları ise Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

Âciz Talebeniz Ali Ulvi

(Barla Lahikası)


Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözler’in tetkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi Dördüncü Söz’ün Birinci ve İkinci Dal’ında çok tevakkuf ettim. Lâyıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümde bu iki Dal’ın şifahen izahını rica edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mûcib oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da muhtac-ı izah noktalar bulunuyor. Öyle latîf ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki o cümleleri de anlamak için sual icab ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki Sözlerinizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.

Re’fet

(Barla Lahikası)

1. Dal

Birincisi: Yirmi Dördüncü Söz’de izah edildiği gibi nasıl ki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır.

Mesela, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza sair isim ve unvanları bulunur. Her bir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve unvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır.

İşte böyle bir sultan, istediği bir zatı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hâkimanesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

(31. Söz . Şua)

2. Dal

İşte Kur’an-ı Hakîm’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve i’cazına en kavî bir alâmet şudur ki:

Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini, bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin muvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş. Hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i muvazene ile cem’etmiştir.

İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyen beşerin eserinde mevcud değil ve eâzım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûte geçen evliyaların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen işrakiyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksimü’l-a’mal hükmünde her bir kısmı hakikatin şecere-i uzmasından yalnız bir iki dalına yapışıyor. Yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok yahut bakmıyor.

Evet hakikat-i mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur’an’dan başka çendan Kur’an’dan da ders alıyorlar fakat hakikat-i külliyenin, cüz’î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikin muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder.

Şu hakikat, Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dal’ında acib bir temsil ile izah edilmiştir.

(25. Söz)


On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki sahabelerin velayetidir, bir veli kazansa yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.

(27. Söz)


Sünnet-i seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer.

Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.

(29. Mektup)


Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î numunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer.

Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dal’ında ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakiki güneşe nisbeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi makamat-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.

Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.

(29. Mektup)


Hem On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi: Nübüvvet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır.

(4. Lem'a)


Biliyorsunuz ki çok ifadelerimde sizi taklit ettiğim birinci sebebi, merbutiyet-i hâlisanemin; ikinci sebebi, kudret-i kalemiyemin kifayetsizliğidir. Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Söz’de misali geçen fakir gibi ben de derim: Ey sevgili Üstadım, eğer gücüm yetse elimden gelse bütün o nurlu Sözler ayarında kelimelerden mürekkeb cümlelerle size maruzatta bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki yok. Niyetime göre muamele buyurunuz.

Hulusi

(Barla Lahikası)

3. Dal

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki gibi görünür.

Mesela, Hazret-i Mehdi’ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmi Dördüncü Söz’ün bir dalında ispat edildiği gibi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için hem dehşetli hâdiselerde yeise düşmemek için hem âlem-i İslâmiyet’in bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beyt’ine ehl-i imanı manevî rabtetmek için Mehdi’yi haber vermiş. Âhir zamanda gelen Mehdi gibi her bir asır Âl-i Beyt’ten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beyt’ten ma’dud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdi’nin çok evsafına câmi’ bir mehdi bulmuş.

İşte Büyük Mehdi’den evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-yı mehdiyyîn ve aktab-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi’nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.

(19. Mektup)


İşte yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl ile ve Dördüncü Dal’ında ve On Dokuzuncu Mektup’un vahyin taksimatına dair mukaddimesindeki bir esasında tafsilata iktifaen, burada icmalen o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki:

Melaike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melaikelerin nâzırıdır.

(28. Mektup)


Sevr ve Hut’a dair sorduğun sualin bazı risalelerde cevabı vardır. O nevi suallere göre cevap Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl namıyla on iki kaide-i mühimme beyan edilmiştir. O kaideler ehadîs-i Nebeviyeye dair muhtelif tevilata dair birer mihenktirler ve ehadîse gelen evhamı def’edecek mühim esaslardır.

(14. Lem'a)


Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye’cüc, Me’cüc kimlerdir?

Elcevap: Eskiden bu meseleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında bir nebze bu meseleden bahsedilmiş. Onun için bu meselenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz.

(16 . Lem'a)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu nevi hadîsler, müteşabih kısmındandırlar. Hem cüz’î ve hususi değiller, umum yerlere bakmıyorlar. Bu rakam ise ümmetinin başına gelen dinî fitnelerden yalnız bir tek zamanı ve Hicaz ve Irak’ı misal olarak gösterir. Zaten Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyet’i zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buharî, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı A’zam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pek çok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlup ettiler.

O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalalet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadîs hem Hazret-i Ali radıyallahu anh sarîh bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar.

Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan hem müteaddid hadîsler hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. Buna kıyasen, ümmetin geçireceği safahatı küllî bir surette bir hadîs beyan ettiği vakit, bazen o küllînin bir tek hâdisesini, misal olarak tarihi gösterir.

Böyle müteşabih ve manası tamam anlaşılmayan hadîslerin Risale-i Nur eczaları kat’î bir surette tevillerini beyan etmiş. Yirmi Dördüncü Söz’de ve Beşinci Şuâ’da, bu hakikati düsturlarla beyan etmiş.

(13. Şua)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü’l-Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Mesela, içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye Risale-i Nur’dan imdat istedi.

Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki ona dedim:

Evvela: Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında on adet usûl var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

(Emirdağ Lahikası 1)


Diğer mühim bir mesele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikate muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye her müşkülatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz Risalesi’nin Üçüncü Dal’ında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı “on iki asıl ve esaslar” yazılmış. Her şeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.

Daha fazla tafsilatı Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye’de bulacağınız gibi ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan büyük bir mecmua olan “Sözler” mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ı beyan ediyor.

(Konferans (Küçük Kitap))

4. Dal

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi: Melaike ve ruhanîlerdir. Madem nebatat ve cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemattadırlar. Ve hayvanat, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde bilmeyerek gayet küllî maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni’-i Zülcelal’in makasıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır.

(29. Söz)


On Üçüncü Pencere

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

sırrınca her şey, lisan-ı mahsusuyla Hâlık’ını yâd eder, takdis eder. Evet, bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kāl ile ettiği tesbihat, bir tek Zat-ı Mukaddes’in vücudunu gösteriyor. Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez. Delâlet-i hal ise hususan çok cihetlerle gelse şüphe getirmez.

Bak hadsiz fıtrî şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delâlet eden ve mütedâhil daireler gibi bir tek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, her biri birer dildir. Ve mevzun heyetleri, her biri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, her biri birer lisan-ı tesbihtir ki Yirmi Dördüncü Söz’de kat’î ispat edildiği gibi o bütün diller ile pek zahir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve bir tek mukaddes zata şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u gösterir ve kemal-i uluhiyetine delâlet eder.

(33. Söz)


Cennetten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi, hazîn bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat, ehl-i velayet olduğu ve rivayete bina ettiği için elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekanın mahlukları, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü onun getirdiği nur iledir ki cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı o saadet-i ebediye olmazdı ve cennetin her nevi mahlukatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacaktı.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi: Nasıl ki bülbülün güle karşı dasitane-i aşkı; taife-i hayvanatın, taife-i nebatata derece-i aşka bâliğ olan ihtiyacat-ı şedide-i aşk-nümayı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatın erzaklarını taşıyan kafile-i nebatata karşı ilan etmek için bir hatib-i Rabbanî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihab edilmiş ve onların nağamatı dahi nebatatın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nevinden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melaike nevinden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemal-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i cennetin hattâ cennetin hayvanat kısmının dahi o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.

(24. Mektup)


Melaikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makam’ında şöyle işaret edilmiş ki Azrail aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a münâcat edip demiş: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler.” Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım. Tâ ibadımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin.”

İkinci bir küllî meyvesine Yirmi Dördüncü ve elifler kerametini gösteren Yirmi Dokuzuncu Sözler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini ispat etmişler. Evet, kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serâda süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler.

(11. Şua)


اِعْلَمْ Ey aziz bil ki!

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir. (Haşiye: Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-) Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.

Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.

Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.

Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.

Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş

كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ

Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)

(Şemme, Mesnevi-i Nuriye (Badıllı))

5. Dal

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖٓى اٰدَمَ âyetinin اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا âyetiyle vech-i tevfiki nedir?

Elcevap: On Birinci Söz’de ve Yirmi Üçüncü Söz’de ve Yirmi Dördüncü’nün Beşinci Dal’ının İkinci Meyvesi’nde izahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:

Cenab-ı Hak kemal-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva yerinde bir nev-i câmi’ halk etmiş. Yani, bütün enva-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, bir tek nevi olan insan ile o vezaifi gördürmek irade etmiş ki insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıt altındadır.

Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünkü insan, Hâlık-ı kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için kuvalarına nihayetsiz bir istidat verilmiş.

Mesela, insan hırs ile bütün dünya ona verilse هَلْ مِنْ مَزٖيدٍ diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder ve hâkeza… Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrutlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder.

Hem insan –hayvanların aksine olarak– hayata lâzım her şeye karşı cahildir, her şeyi öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için sîga-i mübalağa ile cehûldür. Hayvan ise dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç hem muhtaç olduğu şeyleri bir iki ayda belki bir iki günde, bazen bir iki saatte bütün şerait-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise bir iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder.

İşte cehûl mübalağası, buna da işaret eder.

(26. Mektup)


Risale-i Nur’daki bütün mizanlar ve muvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak belki sümbül verecek ve o surette inkişaf edecek, diye haber verirler.

Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi’rac olarak Otuz Birinci Söz’ün âhirinde ve beş meyvesi Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ında numune olarak yazılmış.

(11. Şua)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! (Haşiye: Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-) Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.

Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?

Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.

(Şemme, Mesnevi-i Nuriye (Badıllı))

Dİğer Bahisler

Bu kere ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektup’un Beşinci Lem’a’sı Mirkatü’s-Sünne Risaleleri bera-yı tashih ve manzur-u üstadanelerine buyurulmak üzere takdim edildi.

Âsım

(Barla Lahikası)

Bu Risaledeki Tevafuklar

Bu Risale Hakkındaki Gaybi İşaretler

Bu Risale Hakkında Fihristte Geçen Kısım

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatini beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor.

Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir.

Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı on iki kaide ile reddeder. Evhamın esaslarını keser.

Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder.

Beşinci Dal اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor.

Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz’ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.

(Fihrist (Sözler))

Diğer Bahisler

Hem bu defa Hüsrev’in mektubunda Zübeyr’in Nazif’e göndereceği pusulayı oraya sehven gönderdiğini anladım. Hüsrev’in de küçük bir sehvi var. Çünkü Yirmi Dördüncü Mektup değil, Yirmi Dördüncü Söz’ün Onuncu Asıl’ına dair Nazif’e bir kısacık mektubum vardı. Sureti burada kalmamıştı. Onuncu Asıl’ın suretini Nazif’e gönderip o pusulanın suretini bize göndermesi için demiştim. Halbuki Onuncu Asıl’ı sehven size göndermiş. Fakat gayet parlak, uzun istidası; bu küçücük sehvini hiçe indirdi, affettirdi.

(Emirdağ Lahikası 2)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler

Bu Risaledeki Temsiller/Misaller

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Mesela, adliye dairesinde “hâkim-i âdil” ve mülkiyede “sultan” ve askeriyede “kumandan-ı a’zam” ve ilmiyede “halife”… Daha buna kıyasen sair isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcud ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve her bir mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.


Mesela, zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir katre ve güneşe bakan safvetli bir reşhayı farz ediyoruz ki her birisinin bir şuuru, bir kemali var. Ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor. Şu üç şeyde çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklarına işaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. (Hâşiye[2])

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.

İkincisi: Cismanî cihazat ile kemaline sa’y edip hakikate gidenleri…

Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri…

Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enaniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlaliyle hakikate giden…

Ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden…

Ve iman ve Kur’an ile fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk giden ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir.

İşte şu üç tabakanın terakkiyatındaki sırrı ve geniş hikmeti; zühre, katre, reşha unvanları altında bir temsil ile bir derece göstereceğiz.

Mesela, güneşin kendi Hâlık’ının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in’ikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikaslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri: Küllî ve umumî bir tecelli ve in’ikasıdır ki bütün çiçeklere birden ifazasıdır.

Biri de: Has bir tecellidir ki her bir nev’e göre bir hususi in’ikası vardır.

Biri de: Cüz’î bir tecellidir ki her bir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihale-i in’ikasiyesinden neş’et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm’in izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru; güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususi bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek safi ve küllî ve gölgesiz bir in’ikası var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, her birine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte güneşin her bir çiçeğe ve kamere mukabil her bir katreye, her bir reşhaya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var:

Birinci tarîk: Bi’l-asale doğrudan doğruya berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise velayet mesleğini temsil eder.

İşte zühre, katre, reşha her birisi evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim veyahut nevime tecelli eden güneşin âyinesiyim.” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdud bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebatat, hayvanatın hayatlarını tahrik etmek ve seyyaratı etrafında döndürmek gibi haşmet-nüma eserleri; o dar kayıt ve mahdud berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki o âsâr-ı acibeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de sırf aklî ve imanî bir tarzda ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyet ile verebilir. Fakat o, insan gibi akıllı farz ettiğimiz zühre, katre, reşha şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bazen hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin azaları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi zühre, katre, reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de manevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen zühre ol. Nasıl ki o zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilal etmiş bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise kamere âşık olan katre olsun ki kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun göz bebeğine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o katre o nur ile yalnız kameri görür. Güneşi göremez, belki imanıyla görebilir.

Hem şu her şeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da reşha olsun. Öyle bir reşha ki kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki ona dayanıp zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki doğrudan doğruya güneşin timsalini göz bebeğinde saklıyor. Şimdi madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız?

İşte bakıyoruz ki bir Zat-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz istidadımıza göre o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey zühre-misal! Sen gidiyorsun fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen, sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın.

Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehasini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem baş aşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “Nur” isminden tecelli eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil.

Bu şartı yaptıktan sonra kemalini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faydasız gitti.

Sen yeisin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habîsenin iz’acatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.

Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen, ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki hem fakirdir hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuâya yapışır, yanaşır.

Ey reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı şemse karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkülat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zatiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun unvanlarıdır fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.


İşte nasıl bir gece adamı ki hiç güneşi görmemiş. Yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor.


…herkes tasdike muztar olsa o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidat ile beraber kalır.


Mesela, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer tane olmuş ise o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Mesela, birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş. O vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza kıyas et.


Mesela bedevî, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.” Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattir. Çünkü haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.


Hem de deniz yüzü ile katrenin göz bebeği, güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir.


Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de bazen uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mana veriyor, tabir ediyor.


Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazen telakki eder. Ondan sorulsa “Hakikaten ben yaralandım. Bana top tüfek atıldı.” diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ızdırabına gülüyorlar.


Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى azîm bir Mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder: Birinci nevi: Onun memlûk ve köleleridir. Bu nev’in, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da manevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar. İkinci kısım ki bazı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki amellerine ne çeşit küllî gayeler, âlî maslahatlar terettüp ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm ediyorlar ki onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur. Üçüncü kısım: O Mâlikü’l-mülk’ün bir kısım hayvanatı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvafık işlerde çalışmaları onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü bi’l-kuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i maneviyedir. Onunla iktifa ederler. Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler ne için işliyorlar ve o Mâlikü’l-mülk’ün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre derece derece maaşları var.


Lâekall saat gibi sana evkatını bildirir, kendisi bilmiyor ne yapıyor.


Nasıl ki bir sefine-i Sultaniyede bir nefer dümencilik edip bir cüz’î maaş alır.


Mesela, nasıl ki bir saray bulunsa büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lambası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lambasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa bütün menziller, derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lambasıyla merbut olmayan küçük elektrik lambaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lambasının düğmesini çevirerek kapatsa sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.


Nasıl ki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi bir tek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetü’l-vahdetini tutmakla beraber ağacın bekasına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde bir tek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki içinde mazhar oluyor.

Bu Risalede Geçen Ayetler

Bkz. 24. Söz'de Geçen Ayetler Listesi

  • Bu risalede geçen Hacc Sûresinin 18. ayeti secde âyetidir. Risale-i Nur'da Kur'an'daki 14 secde ayetinden ikisi geçer. Diğeri de Latif Nükteler kitabında ve İşaratül İ'caz'da (Badıllı Tercümesi) geçen Neml 25 ayetidir.
  • Bu risalede geçen "İşte bunun içindir ki Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden olarak ilminde saklıyor." cümlesi ilminin Allah katında olduğu bildirilen beş husustan (Kıyametin ilmi, yağmurun yağışı, ceninin keyfiyeti, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede öleceği) bahseden Lokman 34 ayetine işaret eder.

Bu Risalede Geçen Hadisler

  1. Risalede Nasıl Geçtiği: Kamer kendi zâtında kesafetli zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı... Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye'sin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habîsenin iz'acatından ve o vahşetin dehşetinden kurtulamazsın...
    Kaynağı: Tuhfet-ul Ahvezî 5/452; Müstedrek-ül Hâkim 2/540-541;
    Kaynaklarda geçen şekli: Hazret-i Âişe (R.A.) dedi: Resulullah (A.S.M.) buyurmuşlardır ki: "Ey Âişe! Şu kamer var ya, onun şerrinden Allah'a sığın! Bilir misin bu nedir? Bu "El-Gasık iza vekab"dir."
  2. Risalede Nasıl Geçtiği: اِنَّ فٖى اُمَّتٖى مُحَدَّثُونَ yani مُلْهَمُونَ
    Meali: Ümmetimin içinde muhaddesûn; yani ilham sahipleri, kendilerine bazı bilgiler ilham edilenler vardır.
    Kaynağı: Buhari, Fadâilü's-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü's-Sahâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55; el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâm'l-Kur'ân 13:174
    Kaynaklarda geçen şekli: Sizden evvelki ümmetlerde bazı insanlar vardı ki, muhaddes idiler. Yani ilhama mazhar kimseler idiler. Eğer bunlar gibi içinizde birisi varsa, o da Ömer'dir. Yani ilhama mazhar eski ümmetlerdeki insanlar gibidir. (Buhari)
  3. Risalede Nasıl Geçtiği: لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ –أو كما قال–
    Meali: Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler
    Kaynağı: Müstedrek-ül Hâkim 4/306; Et-Tergib Vet-Terhib - Menzerî 4/173; Riyaz-us Salihin sh: 219 vb.
    Kaynaklarda geçen şekli: Eğer Allah'ın yanında dünya bir sinek kanadına muadil gelmiş olsa idi, kâfirler ondan bir yudum suyu içmeyeceklerdi. (Riyaz-us Salihin)
  4. Risalede Nasıl Geçtiği: Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha hayırlıdır.
    Kaynağı: Sahih-i Buharî 4/144; İbn-i Hibban 9/252
    Kaynaklarda geçen şekli: Cennet'te bir kamçı yeri kadar bir yer, dünya ve mâfîhadan hayırlıdır. (Buhari)
  5. Risalede Nasıl Geçtiği: #مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَ هَارُونَ
    اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَضٖينَ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
    وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَضٖينَ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
    وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    Meali: Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun'un sevaplarının misli ona verilir.
    Kaynağı: Şeyh Ahmed Gümüşhanevî, Mecmuatü'l-Ahzâb, s. 263 (İhya-u Ulûm'dan nakil diye kaydederek ve Hazret-i Ali'den rivayet edilmiş diye yazmış)
    Kaynaklarda geçen şekli:
  6. Risalede Nasıl Geçtiği: تَنَامُ عَيْنٖى وَلَا يَنَامُ قَلْبٖى
    Meali: Benim gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz.
    Kaynağı: Buhari, Teheccüd 16, Teravih 1, Menâkıb 24; Tirmizi, Edeb 86; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 36; Ebû Dâvud, Tahâret 79; Müsned, 1:274
    Kaynaklarda geçen şekli: Ey Âişe! Bil ki, benim gözlerim uyurlar, amma kalbim uyumaz.
  7. Risalede Nasıl Geçtiği: سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَ رِضَاءَ نَفْسِكَ وَ زِنَةِ عَرْشِكَ وَ مِدَادِ كَلِمَاتِكَ وَ نُسَبِّحُكَ بِجَمٖيعِ تَسْبٖيحَاتِ اَنْبِيَائِكَ وَ اَوْلِيَائِكَ وَ مَلٰئِكَتِكَ
    Meali: Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamdinle ve bütün peygamberlerin, evliyaların ve meleklerin tesbihatıyla Seni her türlü noksandan tenzih ederiz.
    Kaynağı: Müslim, Zikir 79 vb.
    Kaynaklarda geçen şekli:
  8. Risalede Nasıl Geçtiği: Melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve ma'rifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünki onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir
    Kaynağı: Sahih-i Müslim 3/229; Müsned-i Ahmed 6/153 ve 168
    Kaynaklarda geçen şekli: Melâikeler Nur'dan halkedilmişlerdir. Cânn ise, ateşten mahlukturlar ve Âdem ise, onun hilkati size tavsif ettiğim gibidir. (İbn-i Hibban); "Deccal zamanında mü'minlerin taamı, melâikenin taamıdır." Sahabeler sordular: "Yâ Resulullah! Melâikenin taamı nasıldır?" Dedi ki: "Onların taamı, söyledikleri tesbih ve takdisleridir. O gün, yani Deccal zamanında kimim sözü tesbih ve takdis olursa, Cenab-ı Allah ondan açlığı giderir, açlıktan hiç korkmaz." (Müstedrek)
  9. Risalede Nasıl Geçtiği: Rezzakiyet arşının hamelesi, Mikâil'dir (A.S.)
    Kaynağı: Mişkât-ül Masabih hadîs no: 5728; Müsned-ül Firdevs 1/179 vb.
    Kaynaklarda geçen şekli: Allah (C.C.) Mikâil (A.S.)'ın yeryüzü halkına dua ile; yağmur, bereket, âfiyet ve selâmet için müvekkel kılmıştır. (Müsned-ül Firdevs)
  10. Risalede Nasıl Geçtiği: Sevr ve Hut ismindeki melekler ve sahret taşı
    Kaynağı: Cami-ül Beyan - İbn-i Cerir-i Taberî 29/9 vb.
    Kaynaklarda geçen şekli:
  11. Risalede Nasıl Geçtiği: Hem mesela, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp da ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” İşte bu hadîsi işiten, hakikate vâsıl olmayan inkâra sapar. Halbuki yirmi dakika o hadîsten sonra kat’iyen sabittir ki biri geldi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü.”
    Kaynağı: Sahih-i Müslim 4/3184, hadîs no: 2844; yine Müslim 4/2145, hadîs no: 2782
    Kaynaklarda geçen şekli: Ebu Hüreyre'de rivayet, demiş ki: "Biz Resulullahla beraber iken, âniden bir gürültü işitildi. Peygamber (A.S.M.) dedi: "Biliyor musunuz bu nedir?" Biz dedik ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." Bunun üzerine, Peygamber (A.S.M.) ferman etti ki: "Bu bir taştır ki, yetmiş seneden beri Cehennem'e doğru gitmekte iken, şu anda Cehennem'in dibine düşmesinin gürültüsüdür."
  12. Risalede Nasıl Geçtiği: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz.” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir.
    Kaynağı:
    Kaynaklarda geçen şekli:
  13. Risalede Nasıl Geçtiği: Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.
    Kaynağı: Şerh-i Müslim - Nevevî 18/66; Ebu Davud hadîs no: 4321 ve 4322; Sahih-i Müslim 4/2252, hadîs no: 110;
    Kaynaklarda geçen şekli: Sahabeler sormuşlar: "Ya Resulullah! Deccal'ın yer yüzünde müddeti ne kadar olacak?" Peygamber (A.S.M.) ferman etmiş: "Kırk gün.. öyle günler ki; bir günü bir sene kadardır, bir günü de bir ay kadar ve bir günü bir hafta kadardır. Sair günleri ise, sizin günleriniz kadardır." (Müslim)
  14. Risalede Nasıl Geçtiği: “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza zülzileti’l-ardu, rubu’” “Sure-i Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, rubu’”, “Sure-i Yâsin, on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır.
    Kaynağı: Üç "Kulhüvallah" bir Kur'an kadar sevabı vardır hadîsi için bak: Nazm-ül Mütenasir Fil-Hadîs-il Mütevatir sh: 113, Türkçe Terceme Buharî, hadîs no: 170 ve 1771; Zülzilet ve Kâfirûn Sûreleri hakkında: Cem'-ül Fevaid 1/160, 170, 171 ve 172; Yâsin Suresinin bir defa okunması, 12 defa Kur'an kadar olduğu hakkındaki hadîs rivayetleri, Ruh-ul Beyan Tefsirinde ve Tuhfet-ül Ahvezî hadîs kitabında
    Kaynaklarda geçen şekli:
  15. Risalede Nasıl Geçtiği: Kur'anın herbir harfinin on, bazan yetmiş, bazan yediyüz kadar haseneler kazandırdığı.
    Kaynağı: Şuab-ül İman - Beyhakî 1/154 ve 157, 2/165 ve 166 vb.
    Kaynaklarda geçen şekli:
  16. Risalede Nasıl Geçtiği: Kim iki rekat namazı filan vakitte kılsa bir hac kadardır.
    Kaynağı: El-Ezkâr - Nevevî sh: 70
    Kaynaklarda geçen şekli: Kim ki, sabah namazını cemaatla kılar, sonra oturarak tâ güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikreder ve sonra kalkıp iki rek'at namaz kılarsa, onun sevabı bir tam hacc ve bir umre kadardır. (Tirmizi hasen demiştir)
  17. Risalede Nasıl Geçtiği: Gıybet, katl gibidir.
    Kaynağı: Müsned-ül Firdevs 3/116-117
    Kaynaklarda geçen şekli: Gıybet katilden daha şiddetlidir.
  18. Risalede Nasıl Geçtiği: Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.
    Kaynağı: Et-Tergib Vet-Terhib 3/421-434; Kenz-ül Ummal 6/361-368 (bir çok hadîs şekilleri)
    Kaynaklarda geçen şekli: Sadakanın en efdali, lisan sadakasıdır, yani güzel sözdür. Onun şefaatı ile, esirin kurtarılması mümkündür ve kan davasının durmasına sebeb olabilir... ilh (Kenz-ül Ummal)
  19. Risalede Nasıl Geçtiği: Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.
    Kaynağı: Feyz-ül Kadir hadîs no: 9295 ve 9296; Müsned-ül Firdevs 4/286 ve 303
    Kaynaklarda geçen şekli: Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır (Feyz-ül Kadir)
  20. Risalede Nasıl Geçtiği: İcab ve kabul-ü şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır.
    Kaynağı: İbn Mâce, Ticârât, 18; İbn Hanbel, Müsned, 111, 526
    Kaynaklarda geçen şekli: Satım akdi ancak karşılıklı rıza ile olur

Cenab-ı Allah'ın Bu Risalede Geçen İsim, Sıfat ve Şuunatı

  1. Alîm
  2. Atûf
  3. Aziz
  4. Cebbar
  5. Celil
  6. Celil-i Zülcemal
  7. Cemil
  8. Cemil-i Zülcelal
  9. Cenab-ı Hakîm-i Mutlak
  10. Cenab-ı Hakk
  11. Dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemali
  12. Ezel ebed Sultanı
  13. Fâtır-ı Hakîm
  14. Fâtır-ı Zülcelal
  15. Hak Sübhanehu ve Teâlâ
  16. Hakîm
  17. Hakîm-i Mutlak
  18. Hâlık
  19. Hâlık-ı külli şey
  20. Hâlık-ı Zülcelal
  21. Hannan
  22. Kādir
  23. Kerîm
  24. Latîf
  25. Mabud-u Zülcelal
  26. Mahbub-u Ezelî
  27. Mâlikü’l-mülk
  28. Mâlikü’l-mülki Zülcelali ve’l-cemali ve’l-ikram
  29. Mâlikü’l-mülki Zülcelali ve’l-ikram
  30. Muhsin
  31. Muhyî
  32. Musavvir
  33. Münevvir
  34. Müzeyyin
  35. Nur
  36. Rabbü’l-âlemîn
  37. Rahîm
  38. Rahman
  39. Rahmanu’r-Rahîm
  40. Rezzak
  41. Rezzakıyet
  42. Samed
  43. Sâni’-i Zülcelal
  44. Semavat ve arzın Mâlik-i Zülcelali
  45. Şems-i Ezelî
  46. Vâhib-i Hayat
  47. Vedud
  48. Zat-ı Kerîm

Peygamberimizin Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Ahmed
  2. Bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etem ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latîf secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvi tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdem’in bülbül-ü zü’l-Kur’an’ı
  3. Bütün enbiyanın serveri
  4. Bütün esmanın mertebe-i a’zamlarının mazharı
  5. En hakiki insan-ı kâmil
  6. Habib
  7. Hazret-i Peygamber
  8. İsm-i a’zamın mazharı
  9. Muhammed-i Arabî
  10. Nev-i insanın medar-ı fahri
  11. Peygamberimiz
  12. Resul-i Ekrem

Kur'an'ın Bu Risalede Geçen İsim ve Sıfatları

  1. Bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri
  2. Kur’an
  3. Kur’an-ı Hakîm
  4. Kur’an-ı Mübin

Bu Risalede Geçen Salavatlar

  1. عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَمْثَالِهٖ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ اَجْمَلُ التَّسْلٖيمَاتِ
    Meali: Salâvâtın en üstünü ve selâmetin en güzeli Onun, âlinin ve Ona benzeyenlerin üzerine olsun.
  2. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَ مُرَكَّبَاتِهَا
    Meali: Allahım! Kâinatın zerreleri ve o zerrelerin mürekkebâtı adedince Muhammed'e rahmet et.

Bu Risalede Geçen Dualar

  1. Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilan edelim. Ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedî’ ve antika sanatlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver.

Bu Risalede Geçen Zikirler

  1. سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَ رِضَاءَ نَفْسِكَ وَ زِنَةِ عَرْشِكَ وَ مِدَادِ كَلِمَاتِكَ وَ نُسَبِّحُكَ بِجَمٖيعِ تَسْبٖيحَاتِ اَنْبِيَائِكَ وَ اَوْلِيَائِكَ وَ مَلٰئِكَتِكَ
    Meali: Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamdinle ve bütün peygamberlerin, evliyaların ve meleklerin tesbihatıyla Seni her türlü noksandan tenzih ederiz.
  2. سُبْحَانَكَ بِجَمٖيعِ تَسْبٖيحَاتِ جَمٖيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ بِاَلْسِنَةِ جَمٖيعِ مَصْنُوعَاتِكَ
    Meali: Bütün mahlûkatının bütün tesbihatlarıyla ve bütün masnuatının lisanlarıyla Seni tesbih eder, kusurdan tenzih ederiz.
  3. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَضٖينَ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
    وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ الْاَرَضٖينَ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
    وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
    Meali: Hamd o Allah'a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde kibriyâ Ona mahsustur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Hamd o Allah'a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde azamet Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Mülk de Ona âittir. O Göklerin Rabbidir. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.
  4. Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı bunların bir mislini sana hediye ederdim.
  5. Bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara hem daha fazlasına lâyıksın.
  6. Yâ Hâlık’ım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilan etmek isterim.

Bu Risalede Geçen Emir ve Tavsiyeler

  1. Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkid adam! Şu on aslı nazara al. Sonra sen hilaf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivayeti bahane ederek ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! … Şimdi insafın varsa bu on usûlü kemal-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilaf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! “Ya bir tefsiri ya bir tevili ya bir tabiri vardır.” de, ilişme!
  2. Ey insan! İnsan isen şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.
  3. Nefsine muhabbet değil belki adâvet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin.
  4. Nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster.
  5. Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve her bir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen sünnet-i seniyeye ittiba et.
  6. Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp surî ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklit etme.

Bu Risalede Geçen Darb-ı Meseller/Deyimler

  1. Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar.

Bu Risalede Geçen Düstur, Kaide ve Tespitler

  1. Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.
  2. Kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir.
  3. İnsan bütün esmaya mazhardır
  4. Mesela İsa aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.
  5. İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir.
  6. Esmanın cilvelerinin renkleri, mazhara göre tenevvü ediyor
  7. Güneşin kendi Hâlık’ının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in’ikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikaslarıdır.
  8. Çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihale-i in’ikasiyesinden neş’et ediyor.
  9. İnsan ise ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder.
  10. Hakikat-i haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır.
  11. Eski peygamberler ise hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en a’zam bir derecede, en geniş bir tafsilatla ders vermemişler.
  12. Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi, ervah-ı safileden tefrik eder… Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak… Akla kapı açılır fakat ihtiyarı elinden alınmaz.
  13. Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bürhan-ı kat’î istese diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister.
  14. Beyne’n-nâs iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki durub-u emsal hükmüne geçer. Hakiki manasına bakılmaz.
  15. Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-i icabe-i duayı, cuma gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.
  16. Zira ecel-i insan muayyen olsa yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek.
  17. Kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir.
  18. O müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez.
  19. Aynen öyle de bir zaman dünyayı herc ü merc eden o taifeler, izn-i İlahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder.
  20. Dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var. Biri, Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenaya, ademe bakar.
  21. Kur’an-ı Hakîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan…
  22. Ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi ef’al ve a’mal-i beşeriyede bazı hârika fertler bulunur.
  23. Bazen olur ki bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki altmış sene hizmetle o açılmamış.
  24. Bazı hâlât oluyor ki bir tek âyet, Kur’an kadar fayda verebilir.
  25. İsm-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm…
  26. Ehadîsin de Kur’an’ın müteşabihatı gibi müşkülatı vardır.
  27. Bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir.
  28. Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her şey Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder.
  29. Melaikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur….Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir… Onlar nurdan mahluk oldukları için gıdalarına nur kâfidir.
  30. Ervah-ı tayyibe, revayih-i tayyibeyi sever.
  31. Belki ekser envaın her bir nevinin bülbül-misali bir sınıfı var ki o nev’in en latîf hissiyatını, en latîf bir tesbih ile en latîf sec’alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efradı bulunur.
  32. Cemadat ve nebatatın amellerinde ihtiyar gelmediği için eserleri de ihtiyar sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor.
  33. İnsanın iki maaşı var: Biri; cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir. İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir.
  34. Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır.
  35. İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur.
  36. ıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.
  37. Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir.
  38. Bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır
  39. İnsan evvela nefsini sever.
  40. Muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira kemal zatında sevilir. Yahut menfaattir, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.
  41. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir.
  42. Cenab-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder.
  43. Eğer onu (Hz. Muhammed (asm)) unutsa, el-iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabb’ini de tanımaz… Ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalplerinden çıkarsalar da kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler.

Bu Risalede Geçen Halk Dili İfadeler

Bu Risalede Geçen Edebi ve Dikkat Çekici İfadeler

  1. Mesela, adliye dairesinde “hâkim-i âdil” ve mülkiyede “sultan” ve askeriyede “kumandan-ı a’zam” ve ilmiyede “halife”…
  2. Ezel ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmet-nüma icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufatında başka başka fakat birbirini ihsas eder unvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyatı vardır.
  3. Bir adam hem hoca hem zabit hem adliye kâtibi hem mülkiye müfettişi olsa onun her bir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyatı ve muvaffakıyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor.
  4. Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faydasız gitti.
  5. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner.
  6. Mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
  7. Semere-i âlem olan insan, en câmi’ en bedî’ ve en âciz en aziz en zayıf en latîf bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizat-ı sanatının meşheri, sergisi; bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi; hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta numunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına süratle sümbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
  8. ... melek olmayan bilemez.
  9. Sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun.
  10. Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.
  11. Ubudiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil belki netice-i nimet-i sâbıkadır.
  12. İnsaniyet-i kübra olan İslâmiyet
  13. Ubudiyet ise onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk’a, kesretten vahdete, müntehadan mebdee çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.

Bu Risalede Bahsi Geçen Şahıslar, Eserleri ve Eserlerinden Alıntılar

  1. Benî-İsrail: Zaman-ı sahabede Benî-İsrail ve Nasâra ulemalarından çoğu İslâmiyet’e girdiler.
  2. Nasâra
  3. Mehdi: Hem şu sırdandır ki Mehdi, Süfyan gibi âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ tabiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar.
  4. Süfyan
  5. Ye'cüc ve Me'cüc: Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüc’e ve Sedd’e dair, bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol unvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır.
  6. Mançur
  7. Moğol
  8. Musa: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun aleyhimesselâmın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zatın sevaplarına –fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına– müsavi olabilir.
  9. Harun
  10. Mikail: Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.
  11. İsa: Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikadları kalabilir.
  12. Rufaa bin Zeyd bin Tabut: "Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp ta, ancak bu dakika Cehennem'in dibine düşen bir taşın gürültüsüdür." Hadisinde bahsi geçen münafık

Bu Risalede Bahsi Geçen Yerler

  1. Şam: Mesela, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler.
  2. Medine
  3. Basra
  4. Kûfe
  5. Kuzey Kutbu: Kutb-u Şimalî’ye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür.
  6. Rusya: Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurûb etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı.
  7. Çin Seddi: Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüc’e ve Sedd’e dair, bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol unvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır.

Bu Risalede Bahsi Geçen Hadiseler

  1. Bediüzzaman'ın Esareti: Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum.

İlgili Resimler/Fotoğraflar

İlgili Maddeler/Kategoriler

Önceki Risale: Yirmi Üçüncü SözSözlerYirmi Beşinci Söz: Sonraki Risale

Kaynakça

  1. https://risale.online/soru-cevap/risalelerin-telif-tarihleri
  2. Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.